Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

YAŞANANLARDAN DERS ALMALIYIZ (6)

Geçen yazımızda, Atatürk’ün Filistin hakkındaki sözlerine yer vermiştik. Bu mülâkatın sahte olduğunu iddia edenler de var! Tabiî ki, inanmayacaklar. Çünkü o zaman ezberleri bozulur! Ne yazık ki, Rıza Nur gibi bir ruh hastasının ve günümüzün bazı sözde tarihçilerinin Atatürk hakkındaki yalanlarına itibar edilmektedir.
Dikkat edilirse, bu mülâkat Temmuz 1937’dedir. Bu sütunlarda birkaç defa yazdık, Atatürk, bin yıl yönettiğimiz Arap Dünyasına sırtını dönen bir insan değildi. 1930’ların başlarındaki şu tespitlerinde de, bunu açıkça görmekteyiz: “Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan devletlerin kaderleri birdir. Bu devletler, Emperyalist Devletlerin aralarında çıkardıkları arazi kavgalarını aşarak, bir birlikler manzumesi oluşturmalıdırlar!”
Nitekim, 1934 yılında Balkan Paktı’nı kurduktan sonra, 8 Temmuz 1937’de, Tahran’daki Sadabat Sarayı’nda, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın katılımıyla Sadabat Paktı’nı kuracaktır.
Atatürk, 21.12.1937’de bir görüşme yaptığı Suriye Başbakanı Cemil Mardam’a, “Ben önce Anadolu’yu kurtarmak zorundaydım. Ama şimdi artık din kardeşlerimize yardım edecek duruma geldik. İcap ederse Fransızlardan kurtulmanız için ordumuzla yardımınıza geliriz” diyerek, Suriye’ye her türlü yardıma hazır olduğunu bildirdiğini de hatırlatalım!
Atatürk yaşasaydı, ya da, O’nun, bu Bölge Merkezli siyaseti sürdürülseydi, bağımsızlığına kavuşan diğer Arap devletlerinin de bu ittifaka katılacakları muhakkaktı. Arap devletleriyle ve İran’la kurulan bu ilişkiler sürdürülseydi, emperyalist devletlerin bölgemize müdahaleleri söz konusu olamaz; bölgemiz bir barış ve refah bölgesi hâline gelir; PKK gibi, FETÖ gibi bir olay aslâ yaşanmazdı. Bunlar bize, Batı ittifakının armağanlarıdır!
Bugün Atatürk’e utanmazca dil uzatanlar, eğer bir nebze bu millete mensubiyet duygusuna sahip iseler, Atatürk’ün İslâm ülkelerine ve Mazlum Milletlere nasıl baktığına ve sonrakilerin yaptıklarına bakmalıdırlar.
Atatürk’ün 1933 yılında, Büyük Zafer’in yıldönümünde, gün ağarırken, Zafer Meydanında yaptığı konuşmadaki şu sözleri, aynı zamanda Mazlum Milletlere bakışının da aynasıdır: “Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşacak olan pek çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki, ilerlemeye ve refaha yakın olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere karşın muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve Emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletlerarasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır” (Tek Adam, Cilt III, s. 424).
Atatürk’ün Emperyalizme ve Mazlum Milletlere bakışı işte bu kadar açık ve nettir.
Atatürk’ün Filistin hakkındaki sözlerine değinmiştik. Atatürk, aynı ilgiyi kutsal şehirlerimiz Mekke ve Medine için de göstermiştir.
İngilizler, Mekke Şerifi Hüseyin’i, bir oğluna Suriye’nin, bir oğluna Ürdün’ün verilmesi ve kendisinin de Arabistan Kralı yapılması vaadi ile kandırıp, Osmanlı’ya ihanet etmesini sağlamışlardı. Şerif Hüseyin Hicaz kralı olur. Oğlu Faysal Irak kralı ve ortanca oğlu Abdullah da Ürdün Emiri yapılır. Fakat bu defa, Vahabî Suudîler Mekke’nin üzerine yürüyerek, Şerif Hüseyin’i devirirler. Kutsal şehirler Suudîlerin eline geçer. Peygamberimizin eşi Hatice’ninki dahil, sahabenin mezarları tahrip edilir! Mezar geleneği olmayan Suudîler, Peygamberimizin mezarını da ortadan kaldırmaya yeltenirler. Fakat burada Atatürk devreye girer!
Suudîlerin, Peygamberimizin mezarını da yok edecekleri haberi Ankara’ya gelir gelmez, Atatürk Riyad’a çok ağır bir telgraf çekerek böyle bir şeye izin vermeyeceklerini bildirir. Atatürk’ün bu kararlılığı karşısında, Suudîler, bu melun teşebbüsten vazgeçmek zorunda kalırlar. Prof. Nevzat Yalçıntaş, katıldığı bir TV programında bu belgenin bir örneğini bizzat gördüğünü açıklamıştı (Avrasya TV, Beyin Fırtınası programı 4.07.2008). Prof. Nevzat Yalçıntaş’la birlikte bu programın katılımcılarından biri olan gazeteci Can Ataklı da, bu çok önemli konuyu sütunlarına taşıyarak, bu belgenin milletimize açıklanmamasının sebeplerini sormuştu.
Evet, bu belge Türk Milletinden ve İslâm Dünyasından niçin gizlenmiştir? Can Ataklı’nın belirttiğine göre hadise l926 yılında gerçekleşmiştir (Can Ataklı, Vatan gazetesi, 11,12 ve 13 Ağustos 2008).
Bugün Kudüs için gösteriler yapılıyor. Peki, kutsal şehirlerimiz Mekke ve Medine’nin ne hâle geldiği görülmüyor mu? Bugün Kâbe’yi ziyarete gidenler, bu kutsal mekânın nasıl gökdelenlerle kuşatıldığını gördüklerinde hiç üzülmüyorlar mı? İçleri sızlamıyor mu? Peki, Vahabî Suudîlerin bu hunharlıklarına niçin hiç ses çıkarılmadı? Geçtiğimiz yıllarda, Osmanlı’dan kalan son miraslardan biri olan Ecyad kalesini yıktıklarında da hiç sesimiz çıkmamıştı! Atatürk’e utanmazca saldıranların, bu sessizliğimiz karşısında söyleyecekleri bir sözleri yok mudur?
Osmanlı, o kutsal mekânları, gözü gibi korumuştu. Bir televizyon programında seyretmiştik, Sultan Abdülhamid döneminde yapılan Hicaz demiryolu Medine’den geçerken, Peygamberimizin aziz ruhunu rahatsız edebilir düşüncesiyle, tren raylarına keçe döşenmiş iyi mi!
Bizden sonra, Suudîler burayı sadece bir rant kapısı olarak gördüler!
Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, eğer Atatürk birkaç yıl daha yaşamış olsaydı, Orta Doğu coğrafyası bu durumda olmazdı. Atatürk buna aslâ izin vermezdi. Fakat, ne yazık ki, Atatürk’ten sonra, hiçbir devlet tecrübeleri ve güçlü orduları olmayan Arap ülkeleri, Türkiye’nin Batı emperyalizmi ile kol kola girerek, Batı emperyalizminin bölgemizdeki çıkarlarının koruyuculuğuna soyunması nedeniyle, emperyalist devletlerin hakimiyeti altına girdiler.
Atatürk düşmanlarına şunu tekrar hatırlatmak isteriz: Türkiye, bir kardeş ülke olarak, II. Dünya Harbi’nden sonra bağımsızlığına kavuşan Arap Devletlerinin, ordularının ve bürokratlarının eğitilmesine ve bizdeki gibi bir Plânlı Ekonomi ile kalkınmalarına destek vererek, bu ülkelerin Batı Emperyalizminin kıskacına girmelerini önleyebilirdi.
Ne yazık ki, biz önce NATO’ya girerek ve daha sonra da, -İngiltere’nin petrol çıkarlarını korumak amacıyla- 1955 yılında, Bağdat Paktı’nın kuruluşuna öncülük ederek, bu ülkeler için bir kutup yıldızı olmak imkânını kaybettik. Hâlbuki bu imkân vardı. Bağdat Paktı’na Mısır’ın, Suriye’nin, Ürdün ve Lübnan’ın da girmesi için baskı yaptık! Menderes’in bu amaçla, Lübnan’ın başkenti Beyrut’a yaptığı bir seyahatin, televizyonda seyrettiğimiz görüntülerini hatırlıyoruz. Beyrut Türk bayrakları ile donatılmıştı! Menderes Lübnan’a, Bağdat Paktı’na katılmayı teklif etti. Hâlbuki onlar Fransız mandasından daha yeni kurtulmuşlardı. Tıpkı Suriye gibi!
Atatürk’e saldıranlardan beklenen, Atatürk’ün ve Atatürk’ten sonra devletin başına geçenlerin İslâm Dünyasına bakışlarını karşılaştırmalarıdır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678