Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

TRİKOPİS, ‘MUSTAFA KAMAL’ VE ATATÜRK! (1)

Sosyal medyaya hiç girmem. İnternette dolaşmayı da pek sevmem. Geçenlerde bir arkadaşım, kendi hesabından, sosyal medyadaki bir tartışmayı bana okuttu. Şaşırdım. İnsanlar nasıl bu kadar tarih fukarası, nasıl bu kadar sorumsuz olabiliyorlar diye düşündüm.
Baki Kesicioğlu Bey, Yunan Başkomutanı Trikopis’le ilgili bir paylaşım yapmış. Trikopis, teslim alındığında, kılıcının alınıp alınmadığı meselesi üzerinde durmuş. İdris Günaydın buna cevap vermiş. Fakat cevabında açıkça, Atatürk’e hakaret var!
İdris Günaydın, Mustafa Kamal diye yazmış. Bunu özellikle yaptığı muhakkak. Atatürk’ün bir süre, ismini ‘Kamal’ olarak yazmasının, Sabataylığı ile ilgili olduğunu iddia eden bir takım zavallılar var! Atatürk’ün kökeninin Türk oğlu Türk olduğunu, emekli imam sayın Mehmet Ali Öz, Osmanlı nüfus kayıtlarından kanıtlıyor. Sayın Öz’ün belirttiğine göre, Atatürk’ün büyük dedelerinden Şeyh Hasan Efendi (Molla Hasan), 1668 yılında Selânik’teki Mevlevî tekkesine Postnişin olarak atanmış; o tarihten sonra, soyundan gelenler bu görevi yürütmüşler. İlginç olan şey ise, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın dedelerinin de Şeyh Hasan Efendi’nin soyundan gelmesi! Yani, Atatürk’ün babası ve annesi akraba! Yine Mehmet Ali Öz’ün belirttiğine göre, Atatürk Mevlevî değil. Çünkü, büyük dedesi sonradan Halvetî dergâhına intisap etmiş.
‘Kamal’ ismine gelince; Cumhuriyetin ilk yıllarının heyecanı içinde, bir dil ırkçılığı yapıldığı bir gerçektir. İşte bu Türkçe çalışmaları sırasında, Türkçenin büyük ses uyumu gereğince, Atatürk’ün ‘Kemal’ ismi de, bir müddet, ‘Kamal’ olarak yazılmıştır. Atatürk, bir süre, ‘Mustafa Kamal’ diye imza atmıştır. Mesele budur. Yani, isimlerin Türkçenin ses uyumuna göre yazılmasıdır. Sonra bundan vazgeçilmiştir. Fakat, dil konusunda izlenmesi gereken yolu bize işaret eden de, yine bizzat Atatürk’tür. Dil çalışmaları sırasında bir gece, Çankaya’da kendisine sunulan bir listeyi okuyan Atatürk şunları söyler:
“Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye meselesini Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim. Ketebe, yektübü Arabındır; kâtip, kitap, mektup Türk’ündür (Y. Koç, A. Koç, “Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk”, s. 153).
Falih Rıfkı Atay da, bu konuda Atatürk’ün kendisine, “Çocuğum beni dinle. Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar… Biz de çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına bırakmayız” dediğini belirtmektedir (Prof. Mehmet Kaplan, “Kültür ve Dil”, s.208).
İdris Günaydın, Trikopis’in 7 Eylül’de İzmir’i terk ettiğini ve Mustafa Kemal Paşa’nın, İzmir’e, ordularımızdan günler sonra girdiğini iddia ediyor!
Şu yakışıksız iddialar da onun: ‘Atatürk ordularımıza ricat emri vermiş. Fakat, burada Fevzi Paşa devreye girmiş. Hücum emri vererek durumu kurtarmış! Mustafa Kemal Paşa sarhoşmuş! Attan düşerek, kaburgalarının kırılmasının sebebi de bu sarhoşluk hâli imiş!’
Bu zât-ı muhterem, kaynak olarak Rıza Nur’u ve Kâzım Karabekir Paşa’nın “İstiklâl Harbimiz” kitaplarını gösteriyor!
Bir kere, Rıza Nur’dan kaynak göstermek, Rıza Nur hakkında biraz bilgi sahibi olan bir insanın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Rıza Nur’un yazdıklarının büyük bir çoğunluğu yalandır; bir hezeyanın ürünüdür. Kâzım Karabekir Paşa’ya gelince! “İstiklâl Harbimiz” kitabı kitaplığımızda bulunmaktadır. İki kere okuduk. Bu çirkin iddiayı destekleyen hiçbir şey yok bu kitapta.
Yeri gelmişken, hemen söyleyelim ki; Karabekir Paşa, İstiklâl Harbi’nin kendisi sayesinde kazanıldığı inancı idi. Çok büyük görevler beklemekteydi. Bu yüzden, Atatürk’e sonradan cephe almış ve Terakkiperver Parti’nin Başkanlığı’na geçmiştir. Atatürk ölene kadar da başka bir devlet görevi almamıştır. Ne var ki, Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet Paşa’nın milletvekilliği teklifini kabul etmiş ve sonra da onun Meclis Başkanı olmuştur!
Yanlış bir bilgi de, İstiklâl Harbimiz kitabının 1930’lu yıllarda Atatürk tarafından toplatıldığı yalanıdır. Hâlbuki, bu kitapla, devlet sırlarının ifşa edildiğini Atatürk’e söyleyerek, kitabı Atatürk’e toplattıran Başvekil İsmet Paşa’dır. Atatürk bu kitabı okuyunca, toplattırılmasını gerektirecek bir şey bulunmadığını görünce üzülmüştür. İsmet Paşa’nın, kitabın toplattırılmasını istemesinin sebebi, kitapta bulunan, Erzurum’daki Karabekir Paşa’ya, 27.08.1919 tarihinde yazdığı, Amerikan Mandasını öneren bir mektubudur.
Atatürk’ün ‘çok içki içtiği ve sarhoşluğu’ iddiasına gelecek olursak; 12 yıl Genel Sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak, bu konuda şunları söylemektedir: “Askerî, siyasî, büyük ve önemli meselelerin cereyan ettiği veya konuşulacağı zamanlarda hiç içki içmezdi. Gündüz içmenin aleyhindeydi. Yanında bulunduğum uzun yıllar zarfında yalnız iki defa, gündüz birkaç kadeh konyak veya rakı içtiğini gördüm. Atatürk, gerçi pek hoşlandığı içki sofralarında saatlerce kalırdı ama miktar olarak çok içen bir adam sayılmazdı” (“Atatürk’ten Hatıralar”, s. 25).
Bu konuda, Ali Fuat Paşa’nın, Büyük Taarruz öncesinde Atatürk’le yaptığı bir görüşme hakkında verdiği şu bilgi de aydınlatıcıdır: “Sofraya oturduğumuz zaman, mevzuu değiştirmiştik. Yemek uzun sürmedi. Gazi, ciddî kararlar arifesinde daima içkiden ve fazla yemekten kaçınırdı” (Cemal Kutay, “Bilinmeyen Tarihimiz”, 1975 baskısı, s. 175).
Lord Kinross’un verdiği şu bilgi de, Atatürk’e ‘sarhoşluk’ iddiasında bulunan densizlerin suratına inen bir şamardan farksızdır: “Mustafa Kemal, Nif’e (Mustafa Kemal Paşa) tam zamanında geldi (9 Eylül). Arabası hemencecik köylüler tarafından sarılmıştı. Gözlüklerini çıkarıp bir sigara yaktı. Bu sırada ona doğru ağır ağır ilerleyen bir adam, gözlerinin içine baktı, cebinden buruşmuş bir resim çıkardı. Resmi iyice süzdü, sonra gözlerini yine ona çevirdi; ‘Tamam, sensin!’ diye haykırdı. Halka dönerek, ‘Bakın’, dedi; Gazi, Mustafa Kemal!’ Gazi, kendisine hazırlanan karargâha girdi. (…) Mustafa Kemal ertesi gün (10 Eylül’de), ordunun ardından şehre girecekti. Nif’te kendini rahatlamış hissediyordu. ‘Nedir bu?’ diye bağırdı. İzmir’e girdiğimiz akşamdır bu. Bu kadar sessiz mi olacağız? Kendimiz şarkı söyleyelim bari’ dedi. Bir kadeh içki getirmişlerdi. İstemedi. ‘İş ve içki bir arada olmaz’ dedi. Taarruz başladığından beri, ağzına bir damla içki koymamıştı. Yanındaki subaylarla birlikte, yalnız kahve ile coşarak, zaferi kutlamak için şarkı söylemeye başladı” (Kinross, “Atatürk”, s. 489).
Bu suretle, Atatürk’ün, İzmir’e günlerce sonra gelmiş olduğu yalanına da cevap vermiş oluyoruz. ./…

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678