Kamuoyunda, ‘Araplar bizi I. Dünya Harbi’nde arkadan vurdu’ söylemi oldukça yaygındır. Şimdilerde bir de ‘Aman Orta Doğu Bataklığına bulaşmayalım! söylemi çıktı! Peki, uzak durursak bize bulaşmayacak mı? Biz Orta Doğu’nun bir parçası değil miyiz?
Tanzimat’tan bu yana, Batılılaşmak aydınlarımızın temel hedefidir. Bunun da ancak köklü bir kimlik değişikliği ile gerçekleşebileceğine inanıldığından, başta dinimiz olmak üzere bütün değerlerimiz Batılılaşmamıza ayak bağı olarak görülmüştür. Batı’dan tokat üstüne tokat yediğimiz için, eziklik kompleksi içinde gelişen bu duygu, bölgemize yabancılaşmamıza da vesile olmuş; Atatürkçülerin bile, Atatürk’ün Bölge Merkezli Millî Siyasetini görmelerini ve bunun önemini kavramalarını engellemiştir. Batı’nın vesayetinin tüm etkinliği ile sürmesinin temel sebebi de budur.
Kur’ân’ı Kerim’in ilk sûresi olan ALAK Sûresi “Rabbinin adına oku, öğren, öğret” diyor. Osmanlı’nın büyük devlet adamlarından; Ahmet Cevdet Paşa, “Siyaset işlerinde maharet ancak tecrübe ile olur. Her şeyi tecrübe etmeye insan ömrü yeterli ve bir asrın tecrübesi kâfi değildir. Arif olanlar, her şeyi nefsinde tecrübeye kalkışmayarak, içi ibret, nasihat ve tecrübelerle dolu olan tarih okurlar!” diyerek ‘Devlet Adamlarını’ uyarıyor.
Ne yazık ki, Kur’ân’a da aykırı olarak (En’am 116, Hucurat 12), bilgi ile değil, zanla, önyargılarla hareket ediyoruz. İşte, bu yüzden ’emaneti ehline vermeyi’ bir türlü başaramıyoruz. Medyamıza hâkim olan güçler, yalnız sandığı yani seçilmişliği yücelterek, ehliyet ve liyakat meselesinin tartışılmasını bile ustalıkla engelliyor! Önemli olan sandıktan çıkmak! Ve ne olduğunu hâlâ daha tam anlamadan ‘Demokrasi’ diye koşturup duruyoruz! ‘Demokrasilerde vesayet olmaz’ demagojisiyle, Millî Devletin bütün kurumlarının nasıl darmadağın edildiğini bile görebilmekten aciziz!
İngiltere’deki Lordlar Kamarasının yapısı hakkında bir bilgimiz var mı? Bunların hiçbiri seçilmiş değil! Bir İngiliz aydınının Lordlar Kamarası’nın ‘vesayetinden’ yakındığını hiç duydunuz mu? 2000’li yılların başlarında, Lordlar Kamarası’nın da bir kısım üyelerinin seçimle belirlenmesine, ‘sıradan insanların seçilebileceği endişesi ile’ karşı çıkıldığını biliyor musunuz?
Almanya’daki Anayasayı Koruma Kurulu’nu Almanların, sandıktan bir daha Hitler gibi bir manyağın çıkmasını önlemek için oluşturduklarını biliyor muyuz? ‘İyi ama Millî İrade ne olacak?’ diyebilirsiniz. Millî İrade yanıltılabilir; hele yabancı istihbarat kurumlarının 5. Kol faaliyetlerinin bu kadar etkin olduğu ve kamuoyunu manipüle etme mekanizmasına dönüştürülen medyanın millî vasıflarını kaybettiği böyle bir dünyada!
Batı hayranı Jön Türklerin soyut demokrasi aşkı sebebiyle, önce Balkanları, sonra da koca bir İmparatorluğu kaybettik. Fakat İttihatçıları aklamak için faturayı II. Abdülhamid’e kestiler ve ‘İmparatorluk en büyük toprakları onun zamanında kaybetti’ yalanları ile milleti yıllarca kandırdılar. Sultan Abdülhamid hatıralarında, kendisini ‘müstebit’ olarak suçlayan ‘Hürriyetperverlere’ şu anlamlı cevabı vermiştir: “Beni evhamlı sanıyorlardı… Hayır! Ben sadece gafil değilim, o kadar!”
Tahttan indirildiğinde, “Zavallı millet! Kendisini bekleyen mukadderatı bilseydi” diyerek müthiş bir öngörüde bulunacak; “Memleketi 10 yıl yönetsinler, yüz yıl yönetmişler sayarım” dediği İttihatçılar, 9 yılda koca imparatorluğu batıracaktır!
Kemal Tahir “Yol Ayırımı” kitabında, hayalperest Jön Türkler hakkında şu hazin değerlendirmeyi yapar: “Hürriyet gelecek, Abdülhamid’i despotluğuyla beraber sürüp atacak! Sonra her şey birden düzelecek!’ (…) Bizim hürriyet, Avrupa’yı bugünkü hâle getirmiş cankurtaran! Ölü diriltme aracı… Sonunda kendimizi nerede bulsak iyi? Uçurumun dibinde! Oysa, bizim kuşaklar ne yaptılarsa imparatorluk bu uçuruma yuvarlanmasın diye yapmışlardı!”
İzmir Suikastı (Temmuz 1926) davasının sanıklarını yargılayan İstiklâl Mahkemesi’nin savcısı Necip Ali’nin, son mütalâasında, İttihat ve Terakki Partisi hakkında yaptığı şu tahlil de oldukça anlamlıdır ve Cumhuriyetin bakışını yansıtması bakımından da önemlidir: “İttihat ve Terakki memleketin anahtarlarını teslim aldığı zaman, memleketin hudutları Saray Bosna’dan Hint denizlerine kadar uzanıyordu. İttihat ve Terakki’nin elinden düşürdüğü altın anahtarı biz aldığımız zaman, hükümet merkezi işgal edilmiş, memleketin en güzel yerleri düşman işgal ve süngüleri altında kalmış bir vaziyetteydi. Acaba İttihat ve Terakki’nin bu umumî manzarası, tarih huzurunda nasıl muhakeme edilir? İttihat ve Terakki şüphesiz ki, tarih huzurunda mesuldür ve bu mesuliyeti hâlâ ileri gelenlerinin omuzlarındadır” (O. Selim Kocahanoğlu, “Atatürk’e Kurulan Pusu”, s. 483).
Evet, bu hatırlatmadan sonra, asıl konumuz olan ‘Orta Doğu Bataklığı’ meselesine gelebiliriz. Şunu hemen ifade edelim ki, tarihîmize çok sathî bir bakışın ürünü olan böyle bir anlayışın dile getirilmesi sadece emperyalizmin çıkarlarına hizmet eder. Önce şu gerçek çok iyi bilinmelidir: Bugün Arap Devletlerinin bulunduğu coğrafya, bin yıldan daha uzun bir süre bizim hâkimiyetimiz altında kalmıştır. Biz bu topraklarda yaşayan halkları, Batılı işgalcilerin müstemlekelerinde uyguladıkları gibi zulümle değil, adaletle yönettik ki, bunu bizzat Batılı tarihçiler söylemektedirler. Ne var ki, Batı emperyalizmi, Arap ülkelerinde Türk düşmanlığını körüklerken, aydınlarımız arasında da Arap düşmanlığını körüklemekte oldukça mahirdir ve ne yazık ki, tarihten bîhaber Arap ve Türk aydınları da bu yalanlara inanmaktadır!
Evet, doğrudur; Araplar I. Dünya Harbi’nde bizi arkadan vurmuştur. Fakat bu çok boyutlu bir olaydır. İngiliz emperyalizminin ajanları I. Dünya Harbi’nden önce, Arap milliyetçiliğini tahrik etmiş; Araplara bir imparatorluk sözü vermişti. Ne var ki, Osmanlı harbi kaybettikten sonra, bu vaadlerini yerine getirmediler. Ayrıca, Sykes-Picot Antlaşması meydana çıkınca; milliyetçi Arap aydınları kullanıldıklarını anlayarak, İngiltere ve Fransa’ya karşı bağımsızlıkları için savaşmaya başladılar. Biz de onlara yardım ettik!
Biz, bu coğrafyanın bir parçasıyız. Sultan Abdülhamid, ata yadigarı bu kutsal toprakların önemini şu sözlerle dile getirmişti: “Pek çok yerden itilip kakıldıktan sonra buraya yerleşen din kardeşlerimize bu son mercilerini muhafaza edeceğiz!”
Eğer bu kutsal topraklardaki varlığımızın ebediyen sürmesini istiyorsak, bunun çok özel bir teyakkuz ve tarih şuûru gerektirdiğini bu ülkeyi yönetenler ve aydınlarımız çok iyi kavramak durumundadırlar. Türkiye, hayat alanı olan bu coğrafyaya kayıtsız kalamaz. Bir nebze tarih şuûru olan bir Türk aydını ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’ diyemez. Türk aydını her şeyden önce, bugün içinde bulunduğumuz durumun, Atatürk, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizm” diyerek bizi uyardığı hâlde; Batı emperyalizminin bölgemizdeki çıkarlarının koruyuculuğu gibi zelil bir görevi üstlenmekle doğrudan ilgili olduğunu görmelidir. Ülke gerçekleriyle hiçbir ilgisi olmayan, Batı’dan kopya Sağ-Sol tartışmalarını aşarak; ülkemizin ve bölge ülkelerinin huzuruna, güvenliğine ve refahına hizmet edecek politikaların hayata geçirilmesi için, bu ülkelerle çok yakın bir işbirliğinin geliştirilmesinin önemi artık idrak edilmelidir.
Ne yazık ki, basınımızın birçok ünlü ulusalcı kalemi bile, Atatürk’ün Bölge Merkezli Siyasetini anlayamamış oldukları için, ‘bizim de dahlimizle’ emperyalizmin kıskacına düşen Arap ülkelerinin bugünkü zelil durumuna bakarak tahlil yapmak hatasına düşmekte; “Atatürk’ün de politikası Orta Doğu bataklığına bulaşmamaktı” diye yazabilmektedir!
Aydınlarımızın basireti bu! İktidarın basireti de, aydınlarımızdan pek faklı değil; Şam’da, Emevî camisinde Cuma namazı kılma hesapları yapıyorlardı; Süleyman Şah türbesini bombalayarak, o vatan toprağını terk etmek gibi bir zilleti bu millete yaşattılar! Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olduk!
İsmail Şefik AYDIN
YORUMLAR