Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

DİN SÖMÜRÜSÜ DİNİ ÖĞRENMEDEN SONA ERMEZ

Din sömürüsü her devirde olacaktır. Fakat, aydınlarımız ve inananlar, Kur’an’ın özünü kavradıkları takdirde, bu sömürünün asgarî seviyede kalacağı da bilinmelidir. Bunun için, hem Kutsal kitabımız ve hem de, Türklerin tarihî süreç içindeki din anlayışı bilinmelidir. Biz Türkler, İslâmiyet’in, aklı kılavuz edinen, kaderciliği dışlayan Hanefî-Maturidî yorumundan beslendik ki, zaten kutsal Kitabımız da, bize hep, aklımızı kullanmayı ve ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi öğütlemektedir. İşte, bunun için, Hanefi-Maturudî Müslümanlığını Batı, kendisi için bir tehdit olarak görmektedir. Nitekim, Dr. Ramazan Kurtoğlu, ABD’deki bir kütüphanenin gizli bölümünde bularak okuduğu, Arnold Toynby’nin 1955 yılındaki raporunda, Toynby’nin, “Aklı merkezine alan bir Müslümanlığın Batı emperyalizmi için tehlikelerine” dikkat çektiğini belirtiyor!
Araştırmacı Orhan Dündar “Avrupa’nın Dünyevilik Oyunu” kitabında şu önemli tespitleri yapmış: “İran varlık anlayışı ile birlikte Hind, Mısır, Çin ve Yunan anlayışları da bu dünyayı ikinci varlık alanı olarak görürler. İnsanı “Bu Dünya”dan soğutur, akıldan ve gerçeklikten uzaklaştırırlar. Mistik anlayışlarından ötürü, bu dünyaya ait olan her şeye sırt çevirirler. Asıl olarak ‘Öte Dünya’yı ve oradaki yaşamı isterler.”
Hıristiyanların manastırlarında da bu anlayış geçerliydi. Papazlar ve Rahibeler manastırlara kapanarak, ‘öte dünyada mutlu olmak için’ hayatlarını ibadetle geçirirler ve halka da böyle bir hayatı telkin ederlerdi. Bizdeki Tekke ve Zaviyelerde de, hâkim anlayış kadercilik ve ‘bir lokma bir hırka’ felsefesi değil miydi? Hâlbuki, Türklerin hayatında, bu dünya aşağılanmamış; meşrû ve kutlu sayılmıştır. Bozkır Türkünün hayata bakışı gerçekçi, dışa dönük, akılcı, dinamik ve mücadeleciydi. Öte Dünya; bu dünyanın devamı ve birbirinin bütünü olarak görülürdü. Bu dünya da, öteki dünya da önemsenirdi. Zaten, Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinde, onların bu gerçekçi hayat felsefelerinin etkisi büyüktür. Türkler, Kur’an’da kendilerini buldular.
Allah bu dünyayı, insanların yaşaması için yaratmış ve onların emrine, kullanımına vermiştir. Kur’an, dünyadaki nimetlerin bütün insanlık için olduğunu; aşırıya gitmeden bunlardan yararlanılmasını buyuruyor (Bkz. Maide 87). Zümer Suresi 9. âyette Yüce Allah, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” diyerek Müslümanların ilim öğrenmelerini buyuruyor. Kur’an, “bu dünyada insan gibi yaşamamız için, aklımızı kullanmamızı ve tabiatı araştırmamızı” istiyor.
Baştan aşağı somut gerçekliğe dayanan âyetlerle dolu olan Kur’an, bu mahiyetiyle, o zamana kadar, bu dünyayı fâni, geçici, değersiz, hayal âlemi sayan ve insanları, “Tanrısal” bilgilerle kandıran bütün “öte dünyacı ve aklı öteleyen” din anlayışlarını sarsmakta; bunların yerine, akıla, bilime ve dünyevî gerçekliğe dayanan bir “îman” anlayışı getirmektedir.
Bilge Kağan’ın Başveziri Bilge Tonyukuk’un, Budizm’in karşısına koyduğu Türk kültürüne de bu zihniyet hâkimdi; yani Dünyevilik!
Kur’an’ın bu, akla ve bilime dayanan İslâm Teolojisini esas alarak modern dünyevî bilimi oluşturanların başında da Türk ilim adamları gelmektedir. İmam Maturidî de, bu bilinçle, bütün mistik düşüncelerin karşısına Kur’an’ı dikmiş; onların İslâmiyet’e sızmasına imkân vermemiştir. Farabî, İbni Sina, Birunî ve Uluğ Bey de bunu tamamlamıştır. Onlar insanları uyuşturan, köleleştiren Hermes’i, Zerdüştlüğü, Manihaizm’i, Budizm’i, Kabballah’ı, Batînîliği yerle bir ederek insanlığa dünyevî medeniyetin temel taşları olan aklı, bilimi, somuttan soyuta giden inancı miras bırakmışlardır.
Tarihimizi bilelim ve iftihar edelim.
Atatürk’ün şu sözleri, Türk tarihini ne kadar iyi bildiğini göstermektedir: “Türklüğün unutulmuş büyük medeniyeti ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ve geleceğin yüksek medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”
General Fahri Belen’in verdiği şu bilgi de, Türklerin akılcı din anlayışını ortaya koyuyor: “Onların Tanrı kralları yoktu. Eski Mısır’da Firavunların Tanrı olduğuna inanılırdı. Roma’ya da mukaddes ‘Kayser’ fikri Mısır’dan geçti. Babalarının karısıyla ve kız kardeşleriyle evlenen Firavunlar vardı. Orta Doğu’da medeniyetler itaat ve ibadet üzerinde gelişirken, steplerde yaşayan göçebeler (Türkler) irade toplulukları idiler. Hükümdarlar hiçbir zaman uyruklarının inançlarına karışmadılar. Bu bakımdan devletler hukuku yazarlarından Nys, lâikliğin Turâni bir müessese olduğunu kabul eder ( Wells’in “Cihan Tarihinin Ana Hatları” kitabından aktaran Fahri Belen, “Tarih Işığında Devrimlerimiz” s.15).
Eski Çinlilerin çok tanrılı dinleri vardı. Birçok toplum gibi onlar da insan kurban ederlerdi. Türklerde böyle bir âdet yoktu. Türkler gök dinini getirerek, Çinlilerin bu âdetlerine son vermek istediler. İran’da 438 yılında ortaya çıkan Mazdek dini, mal ve kadın ortaklığına dayanıyordu. İran’da birçok karışıklıklara sebep olan bu din Anişrevan (ebedî ruh) unvanını alan Hüsrev tarafından söndürüldü. Bu mücadelede yarım milyona yakın insan öldü.
Bugün de, Kur’an’daki dini bilmeyen Müslümanlar birbirlerini öldürmekteler! Hâlbuki, Kur’an’daki İslâm, emperyalizme karşı en önemli silâhımız.
John Perkins, “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” adlı kitabında, 1970’li yıllarda, Endonezya’da, bir kız öğrenciyle, aralarında geçen ilginç bir diyaloga yer vermiş. Endonezyalı kız, Arnold Toynbee’nin, “Gelecek yüzyılda asıl savaşın komünistler ile kapitalistler arasında değil, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında olacağı” üzerinde durduğunu belirttikten sonra “ABD’nin yolunun üzerinde şimdilik sadece Sovyetler Birliği var fakat Sovyetlerin de fazla zamanı kalmadı. Dinleri, inançları, ideolojilerinin arkasında bir temel, bir öz yok! Tarih, ruha ve sonsuz bir güce inancın gerekli olduğunu gösteriyor. Bu, biz Müslümanlarda var. Dünyada diğer herkesten, hattâ Hıristiyanlardan bile daha fazla var” diyor.
Bu gerçek, Endonezyalı bir kız tarafından görülebildiği hâlde, ne aydınlarımız, ne de, bu ülkede, Müslümanlıklarını öne çıkararak siyaset yapmakta olan kesimler tarafından görülemiyor!
Bilerek, ya da bilmeyerek, onlarca yıl, Emperyalist Batı’nın piyasaya sürdüğü ‘DİYALOG’ entrikasına alet olundu! Dinlerarası Diyalog ve Misyonerlik faaliyetleri Kur’an’dan ilham alan Müslüman’ca direnişi kırmak için değil miydi? Eğer Müslümanlığı, Antiemperyalist özünden uzaklaştırabilirlerse, Küresel Hâkimiyetlerinin önündeki çok büyük bir engeli ortadan kaldırmış olacaklar! Amaçları, “İslâm’ın antiemperyalist özünü yok ederek ‘Ilımlı İslâm’ adı ile perdelenen, emperyalizmin işbirlikçisi bir Müslümanlık yaratmaktı.
Aytunç Altundal, “1945’den itibaren Milliyetçilik ve İslâmiyet’i savunmak adına ortaya çıkanlara, aslında bu kavramları yıpratmak görevi verilmiştir” diyor!
Ilımlı İslâm komplosunun baş aktörlerinden, Fethullah Gülen’in bizzat kendisi, Batı yanlısı olduğunu söylüyor. Zaman gazetesinde, 4 Eylül 1997 tarihinde yayınlanan açıklamalarında, müritlerine şu öğütleri vermiş:
“İnanmış bir insanın Batı karşısında, Batı’yla entegrasyon karşısında, Amerika’yla entegrasyon karşısında olması katiyen düşünülemez” (Erol Bilbilik, “Amerikaperestler”, s. 99).
Ne yazık ki, Fethullah’ın bir ‘Küresel Proje’ olduğunu hâlâ daha anlayamayanlar var! Bu ülkede İslâmcılık, Osmanlı’nın son dönemlerinde, Batı emperyalizminin sömürgeleştirme siyasetine karşı, Müslümanların bir tepkisi olarak meydana çıkmıştı yani özünde emperyalizme karşı çıkan bir hareketti. Günümüzün İslâmcıları ise emperyalizme hizmet ediyorlar!

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678