Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

NE TARİHİMİZİ NE DİNİMİZİ BİLİYORUZ! (2)

İmam Efendi, “KUR’AN HARFLERİNİ NEDEN YASAKLADIN?” diye sormuş! Lâtin harflerinin niçin kabul edildiğini kast ediyor olmalı! Hâlbuki, Lâtin harflerinin kabulü Atatürk’ün bu millete büyük bir hizmetidir. Bu sayede dilimizi daha kolay öğrenip yazabilmek imkânına kavuştuk. Buna biraz ayrıntılı cevap vermemiz gerekiyor. Türkçe,  bir çok Türkoloğun ve yabancı dil uzmanının da belirttiği gibi müstesna bir dildir. Fakat, Arapça alfabe dilimizin gelişmesini önlemiştir. Çünkü, sesli harflerin yer almadığı Arap alfabesi ile okuyup yazma öğrenmek son derece güç bir işti. Sultan Abdülhamid zamanında bile Lâtin harflerinin kabulü düşünülmüştür. Yağmur Atsız bir yazısında, Türkçenin bu üstünlüğü konusunda şu çok önemli bilgileri vermişti: “İnternational Association for the Study of Child Language adlı bilimsel bir örgüt var. Birkaç ay önce, Berlin’de yapılan l0. toplantıları vesilesiyle yayınladıkları bir rapora göre, Türk çocukları 2-3 yaş arası Türkçeyi konuşmaya başlıyorlarmış. Alman çocukları ise 4-5 yaş arası. Arap çocuklarında bu süre l2 yaş imiş…” Atsız,  son derece önemli eserler vermiş olan Fransız Türkolog Jean Deny’nin şu tespitlerine de yer vermiş: “Türkçenin nerede doğup geliştiğini bilmeyen; bu dilin sanki çok eski zamanlarda bir dil bilginleri heyeti tarafından oturulup masa başında yaratıldığını sanır” (Tercüman, 23.01.2006).

 Fransız Türkoloğu Jean Paul Roux da, Türk dilinin bu mükemmelliğinin üzerinde durur ve meşhur Fransız yazarı Moliere’in, Kibarlık Budalası adlı eserinden Türkçe hakkındaki şu değerlendirmelerini nakleder: “Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil; az sözcükle çok şey söyler” (“Türklerin Tarihi”, s. 27, 36).
‘Kur’an dili’ denilerek, kutsal bir dil olarak kabul edilen Arapçanın, eğitim dili olarak kullanılması, Türkçemizin gelişmesini önlemiştir. Hâlbuki, Arapçanın hiçbir kutsallığı yoktur.  Nitekim, birçok âyette, Kur’an’ın, “Araplar daha iyi anlasın diye Arapça olarak indirildiği” açıklanmaktadır! Meselâ İbrahim Suresi 3. âyet ve Zuhruf  Suresi 44. âyette bu açıkça görülmektedir. Kur’an’a göre, Müslümanlar Kur’an’ı, kendi dilleri ile okuyup anlamak zorundadırlar. Bu yapılmadığı için milletimiz yüzlerce yıl, dinini bilmeden yaşamıştır. Bunun hazin sonuçlarına dair bir örneği Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” kitabında  vermiş. I. Dünya Harbi’nin başlarında, genç bir yedek subay olan Şevket Süreyya, İstanbul’da, bölüğündeki askerlere sorar: “Biz hangi dindeniz?” Kimisinden “İmam-ı âzam dinindeniz”, kimisinden “Hazreti Ali dinindeniz”, şeklinde karışık cevaplar alır. “Peygamberimiz kim?” diye sorduğunda,  Enver Paşa’nın ismini söyleyenler bile çıkar. Köyünde cami olanları sorar, birkaç kişi ayağa kalkar.  Köyünde mektep olan bir kişi bile çıkmaz! “Biz hangi milletteniz?” diye sorduğunda  her kafadan bir ses çıkar. “Biz Türk değil miyiz?” deyince hep bir ağızdan “Estağfurullah”  diye karşılık verirler (“Suyu Arayan Adam”, s. 110,111). Yakup Kadri de, “Yaban” romanında, Ankara köylerinde köylülere, “Siz Türk değil misiniz?” denilince, köylülerin, “Yok beyim biz elhamdülillah Müslüman’ız,  o senin dediklerin Haymana’da yaşarlar” cevabını verdiklerini yazar (“Yaban”,  s. 173)!
İşte, Türk Milletinde, dinî ve millî şuûr buydu! Millet ne dinini, ne milliyetini biliyordu! Cumhuriyet Osmanlı’dan işte böyle bir toplum devraldı! Cumhuriyetin sağladığı imkânlar sayesinde dinimizi ve milliyetimizi öğrenmeye başladık. Bir de utanmadan, Atatürk dini ortadan kaldırdı diyorlar. Türk Milleti, yüzyıllarca, ‘günah’ diye, Türkçeye çevrilmeyen Kur’an’ı, anlamını bilmeden Arapça olarak okudu. Atatürk’ün sayesinde Türkçe Kur’an’la müşerref olduk. Tabiî, bu birilerinin işine gelmiyor çünkü saltanatları yıkılıyor ve daha da  yıkılacaktır.
‘Atatürk döneminde milletimiz dinini yaşayamamış!’ Bu, Atatürk’e yapılmış büyük bir iftiradır. Dinimiz bizden hayırda yarışmamızı, adaletle yönetmemizi, dürüst, vicdanlı ve ahlâklı olmamızı, emaneti ehline vermemizi istiyor. Dinimizin özü budur. Atatürk Dönemi bu bakımdan incelendiğinde, muhafazakâr olduklarını iddia edenlerin yönetimlerinden çok daha İslâmî olduğu görülecektir. Fakat, ne yazık ki, dinî ritüelleri eksiksiz yerine getirmeyi dindarlığın ölçütü zannedenlerin bunu anlamaları zordur!
 Balkanlardaki bütün milletlerin din adamları, kendi halklarına, İncil’in dili olan Lâtince ile değil, Bulgarca, Sırpça ve Rumca ile hitap etmişlerdir. Kilise Bulgar, Sırp ve Yunan milliyetçiliğinin gelişmesinde çok önemli bir işlev görmüştür. Atatürk, Sofya’da Askerî Ataşe iken bir arkadaşına yazdığı mektupta, Balkan milletlerinin çok kısa bir zamanda, nasıl bu kadar başarılı olduklarının sebebini çözdüğünü bildirir. Atatürk’e göre, bunun sebebi, Ortodoks Kilisesidir. Kilisenin Balkan milletleri arasında yıllardır ektiği milliyetçilik tohumları sayesinde, Balkan milletleri Osmanlı’nın karşısına dikilmişlerdi. Ne acıdır ki, Balkanlarda, Kilise milliyetçilik tohumları ekerken, Müslüman din adamları da Türk Milliyetçiliğinin karşısına dikilmişlerdi!  Türk Milleti, Arapça din eğitimi yüzünden, ne dinini doğru düzgün öğrenebilmişti ve ne de milliyetçilik duyguları gelişmişti! Bu, bugün de böyledir. Günümüzde Arapların bile bir sürü devleti varken, bizim ‘İslâmcılar’ Türklüğe ve Türkiye Cumhuriyeti’ne saldırmayı Müslümanlık zannederler; ümmetçilik anlayışını savunarak, millî hassasiyetlerin gelişmesini önlemek suretiyle, emperyalist senaryolara hizmet ettiklerinin  farkında bile değiller!
Lâtin harflerinin kabul edilmesinin öneminin anlaşılabilmesi için, II. Mahmut’un 1838’de, Tıp Okulu’nun (İstanbul Tıp Fakültesi) açılışında yaptığı şu konuşma oldukça aydınlatıcıdır: “Bu okula, insan sağlığının  korunması gibi kutsal bir ödeve kendini verecek bir okul  olacağı için öncelik verdim. Tıp öğretimi Fransızca olarak yapılacaktır. Bunun neden  yabancı bir dille yapılacağını soracaksınız. Geçmişte bizde de tıp bilimleri üzerine birçok kitaplar yazılmıştır. Hattâ Avrupalılar bu kitapları kendi dillerine çevirerek onlardan çok şeyler öğrenmişlerdi. Fakat bu kitaplar Arapça yazılmıştır. Birçok yıllardan beri İslâm okullarında bu kitaplar ilgi konusu olmaktan çıktıkları, bunları bilenlerin sayısı azaldığı için artık kullanılmaz olmuşlardır. Şimdi, tıbbı kendi dilimize çevirmek için yeniden bu kitaplara dönmek, yıllar alacak uzun bir iştir. Bu kitapları kendi dillerine çevirmekle, Avrupalılar, yüz yıldan fazla bir süreden beri bunlara birçok yeni katkılarda bulunmuşlardır. Bu yüzden tıp üzerine yazılmış Avrupa eserlerine kıyasla bu Arapça eserler artık yetersizdir. Bu eksikliklerin yeni eserlerden alınacak bilgilerle kaldırılabileceği iddia edilse bile, bunlar çabucak Türkçeye çevrilemezler. Çünkü  Tıp Öğrenimi için gerekli olan beş altı yıldan başka, Arapçayı iyice öğrenmek en aşağı on yıl ister. Hâlbuki, bir yandan ordumuz ve halkımız için iyi yetişmiş doktorlara, öte yandan tıp bilimlerinin kendi dilimize kazandırılmasına acele ihtiyacımız var. Bu yüzden, Fransızcayı öğrenmenizi istemekten maksadım, onu,  sırf bu dilin hatırı için öğrenmeniz değil, tıbbı öğrenmeniz ve bu bilimi adım adım kendi  dilimize kazandırmaktır. Ancak bu yapıldığı zaman kendi ülkemizde tıp, kendi dilimizde okutulur hâle gelecektir” (Prof. Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, s. 181-182).
 II. Mahmut’un bu beklentisi  yaklaşık 40 yıl sonra gerçekleşecek ve 1886 yılında, Tıp Okulu’nda, öğretim dili olarak Türkçe, Fransızcanın yerini alacaktır
II. Mahmut döneminde, Osmanlı ordusunda uzman olarak görev yapan Alman Mareşali Moltke, “Türkiye Mektupları” isimli kitabında, Osmanlı’daki  eğitim durumu hakkında şu  hazin bilgileri verir: “Okuma yazma  bilen bir Türk’e ‘hafız’ yani bilgin denir. Kur’an’ın ilk ve son surelerini ezberleyerek tahsilini tamamlar, dört işlemi pek azı tam olarak bilir.  Münevver diyebileceğim ricalden her Türk, fala ve rüya tabirlerine tamamen inanır ve dünyanın yuvarlak olduğunu tasavvur bile edemezdi. Yüksek memuriyetteki Türkler bile kendi dillerinde yazılmış mektupları başkasına okuttururlar”  (O. Selim Kocahanoğlu, “31 Mart Ayaklanması”, s. 71).
Tarihimizi bilmeyenler; Medreseler üzerinde güzellemeler yapıyorlar! Şimdi bir de, ilk okullara seçmeli Arapça dersi konuluyormuş!  Arapça öğrenilmesine karşı değiliz. Sadece Arapça değil, Farsça ve Rusça da öğretilmelidir. Fakat bunları öğrenmenin yeri dil okulları olmalı; ilk okul çocuklarına sadece Türkçemiz öğretilmelidir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678