Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MUSUL’U LOZAN’DA KAYBETMEDİK! (4)

Bütün bu anlattığımız gerçeklere rağmen, bugün bile, hâlâ daha I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda olduğumuza inananlar vardır! Güya Osmanlı’nın paylaşılmasına karar verilmişti! Buna kanıt olarak gösterilen Sykes-Picot anlaşmasının tarihi 1916’dır. Kimse, harbe girmeseydik böyle bir anlaşmanın söz konusu bile olamayacağını düşünemiyor!

Şimdi, bakınız, bize Sevr’i de dayatmışlardı; peki ne oldu? Sevr’i tarihin çöplüğüne göndermedik mi? Hem de, I. Dünya Harbi’nde, o büyük yıkımı yaşadıktan sonra, güçlükle kurduğumuz bir ordu ile! Harbe girmemiş olsaydık; İngiltere, Fransa ve Rusya bize niçin saldıracaklardı ki? Harp Avrupa’daydı! Kaldı ki, bize saldırmış olsalardı bile, biz, güçlü ordumuzla,  vatan savunması yapacaktık. Ordularımız, Galiçya’da, Filistin’de, Hicaz’da  ve Kanal’da savaşmayacak; vatan topraklarını savunacaktı! Vatan topraklarını nasıl savunduğumuzu da I.Dünya Harbi’nde bütün dünyaya ispatladık! Bize göre, ‘harbe girmek zorundaydık’ şeklindeki söylemin ana nedeni, İttihatçıları aklamaktır. Bir kesim bunu bilinçli olarak yapmakta; bir başka kesim de, bu ard niyetin farkında olmadan bu iddiayı sürdürmektedir.
Biz harbe girmek zorunda değildik. Avrupa’daki bu harbe katılmamız, Almanların büyük bir kurnazlığıdır. Bizi de harbe sokarak, karşılarındaki askerî gücü büyük oranda azaltmayı başardılar. Düşününüz ki, İngiltere bizim karşımıza 2.551.000 asker yığmak zorunda kaldı! Biz harbe girmeseydik, harp o kadar uzun sürmezdi.
Gerçek odur ki, Çarlık Rusya’sının bile, bize saldıracağına dair hiçbir işaret yoktu! Şevket Süreyya’nın belirttiğine göre, “Büyük Harbin Başlangıcında Rus Erkânıharbiyesi” isimli eserde, Rus Çarının ve Erkânı Harbiyesinin, Almanlara karşı korku ve çekingenlikleri açıkça meydana serilmiştir. Çünkü Rusya zannedildiği kadar güçlü değildi. 1905’te Japonlara yenilmişti. 1905-1906 yılları Petersburg’ta bile siyasî-sosyal karışıklıklar içinde geçer. Hattâ, harbin ilânından önce de grevler, karışıklıklar yatışmış değildi. Rus Çarı bile ve hem de kendi teşebbüsü ile, Almanya İmparatoruna çektiği bir telgrafta “Senin dirayet ve muhabbetine itimadım var” diyordu. Etrafındakilere, harp sebebi sayılabilecek hiçbir tedbire baş vurulmamasını tavsiye ediyordu (Şevket Süreyya Aydemir, “Enver Paşa”, Cilt II, s. 507).
Şevket Süreyya daha sonra, “Osmanlı hükümetinin son nefere kadar bütün gücünü Çanakkale’ye yığdığı ve nice cephelere yayıldığı safhada dahi, Rus çarlığı’nın, Karadeniz Boğazı’na asker göndermek kararı alamadığını” hatırlatmaktadır! Nitekim, Çar korkularında haklı çıkacak ve harbin uzaması sebebiyle çıkan ihtilâl,  Çarlığın sonunu getirecektir!
Günümüzde bile, Rus Çarı Petro’dan itibaren, ‘Rusların sıcak denizlere inmek ve İstanbul’a hâkim olmak arzusunda olduğu’ sıklıkla dile getirilir. Öncelikle şunu belirtelim ki, Petro’nun böyle bir hayali yoktu. Lamartin, Osmanlı Tarihi isimli eserinde bunu açıklıkla belirtmektedir. I. Dünya Harbi öncesinde, her ne kadar, bazı Rus siyasetçi ve aydınları arasında, İstanbul’a ve Boğazlara sahip olmak  fikri tartışılıyor idi ise de, Prof. Alexander Kolesnikov’un belirttiğine göre, 1914 yılına ait resmî Rus belgelerinde, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirmeye yönelik askerî plânlara rastlanmamaktadır. Hattâ tam tersine, Rus Dışişleri Bakanı Sazonov’un, 26 Eylül 1914 tarihli notunda, hükümetin savaşla ilgili amaçları şöyle özetlenmektedir: “Türkler, İstanbul ve Çanakkale civarında kalmalı. Rusya ise Boğazlardan serbest geçiş hakkı elde etmelidir.”  Rusya’nın bu tutumuna, 1915 yılında Petrograd’da yayınlanan haritalar da delildir. Bu haritalarda, İtilâf Devletleri’nin galibiyeti hâlinde, sınırların yeniden yapılandırılması gösterilmektedir ki, Karadeniz  Boğazları, Türk Boğazları olarak kalmaktadır! Ancak, her ne kadar, Rusya Dışişleri Bakanı Sazonov tarafından yapılan diplomatik baskı  üzerine, 2 Mart 1915’de Londra’nın yayınladığı bir nota ile, İstanbul ve civarındaki toprakların, İstanbul Boğazı ve Marmara Denizi’nin İzmit Körfezi’ne kadarki doğu kısmının, Marmara Denizi’ndeki bütün adaların ve Ege Denizi’ndeki İmroz ve Bozcaada adalarının Rusya’ya verilmesi garanti ediliyor ise de, İngiltere’nin Paris Büyükelçisi Lord Beri’nin günlüğüne  göre, müttefikler bu sözleri ciddiye almamaktaydılar (ESAM, I. Dünya Harbi Sempozyumu,  2015 yayını, s. 377).
‘Rusya sıcak denizlere inmek istiyor’ gibi yalanların sebebi, Batı’nın en büyük korkusu olan, Türk-Rus dostluğunu engellemektir. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un, 25 Mayıs 1839 tarihinde Fransız hükümetine yazdığı yazıda, “Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun dostluk kurmuş olabileceğini, bunu yıkmak gerektiğini’ belirttiğini hatırlatalım (Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1708)!
İngiltere ve Fransa 300 yıl, bizi Rusya ile kapıştırmayı başarmıştır. Bu durum iki devletin de aleyhine olmuştur. Hâlbuki, bu iki devlet,  emperyalist Batı’ya karşı işbirliği yapmak durumundaydılar. Bu dün de öyleydi; bugün de öyledir! Sultan Abdülhamid’in, bu iki halkın birbirine çok benzediğini ve dost olmaları gerektiğini belirttiğini; İttihatçıların bu yüzden Abdülhamid’e “Çar’ın adamı” dediklerini hatırlatalım! Şunu da hatırlatalım ki, biz eğer, Atatürk’ün tarafsızlık siyasetini sürdürmüş olsaydık, hem bölge devletleriyle ve hem de Rusya ve Çin’le daha sıcak ilişkiler kurabilmemiz söz konusu olacaktı. Ülkemizin bu devletlere vereceği güvenin, o coğrafyalarda yaşayan soydaşlarımızın hayatlarını da kolaylaştıracağı muhakkaktı. Batı kampına iltihakımız, bu coğrafyalarda yaşayan soydaşlarımızdan iyice kopmamıza sebep olmuştur. Bugün Rusya’da, Türk-Slav birliğinin tartışılmaktadır! Sultan Abdülhamid’in, bu iki halkın karakterlerinin birbirine çok benzediğini ve dost olmaları gerektiğini belirttiğini de hatırlatalım! Batı’ya  öylesine bağlandık ve kendi dünyamız olan Doğu’dan öylesine koptuk ki, bu yüzden, Sovyetlerin dağılmasından sonra, bazı dramatik durumlar yaşadık. Bunun  acı bir örneğine televizyonda bizzat şahit olmuştuk. Bir Türk gazeteci Azerbaycanlı meslekdaşına, “Türkçeyi nasıl öğrendiniz” diye sorunca; Azerbaycan Türkü, gazetecinin cahilliğini bir tokat gibi yüzüne çarpan şu dramatik cevabı vermişti: “Anamdan öğrendim!”
 Evet; biz bu zavallılıkları da yaşadık! Batı aşkı millî reflekslerimizi öylesine yontmuştu ki,  Türkiye ile birleşmeye hazır bir Elçibey’e bile sahip çıkamadık!
I. Dünya Harbi’ne gelecek olursak; bu harbe girmemiş olsaydık, Halep’i ve Musul’u kaybetmeyeceğimiz gibi, bu coğrafyadaki sınırların, bizim inisiyatifimizin dışında, emperyalist devletlerin keyiflerine göre belirlenmesinin söz konusu olamayacağını belirtmeliyiz. Bu konuda Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da şu önemli bilgiye yer vermektedir: “Öyle görünüyordu ki, Hicaz, Suriye ve Irak Araplığı ile, Anadolu ve Trakya Türklüğü arasında, bir federasyon yapmak imkânsız bir şey olmayacaktı. Ben Şam’da iken, oraya gelen Mustafa Kemal’in konuşmaları üzerine işittiklerimden, onun da, bu kanaate iyice meyilli olduğunu anlamıştım” (Çankaya, 118-120).
Feroz Ahmed de, “İttihat ve Terakki” kitabında, Falih Rıfkı’yı doğrulamaktadır.
NOT: Sıradan bir terörle değil; Batı’nın asimetrik bir saldırısı ile karşı karşıyayız. PKK sadece Batı’nın taşeronu bir terör örgütüdür. İstanbul’daki vahşi katliamı  lânetliyor; şehitlerimize rahmet diliyoruz. Milletimizin başı sağ olsun.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678