Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MUSUL’U LOZAN’DA KAYBETMEDİK! (2)

Enver Paşa’nın macera hevesi yüzünden katıldığımız I. Dünya Harbi’nin neticesi çok vahim oldu. Asker ve sivil olarak kaybımız iki milyonun üzerindedir. Kadim Türk toprakları olan Hatay, Halep ve Musul sınırlarımızın dışında kaldı. Atatürk’ün dehası sayesinde, Hatay’ı daha sonra, savaşsız kurtarabildik. Arap toprakları olan Suriye, Irak, Filistin ve Hicaz da gitti! Fakat, şunu hemen belirtelim ki, nüfusunun çoğunluğu Arap olan bu toprakları elimizde tutmamız zaten mümkün olamayacaktı. Ancak ne var ki, harbe katılmayarak, tarafsızlığımızı sürdürmüş olsaydık; bir kere o çok ağır mağlubiyeti yaşamayacaktık; ikincisi, bu coğrafya, bizim inisiyatifimiz dışında, emperyalist devletlerin keyiflerine göre şekillenemeyecek; cetvelle çizilen haritalar söz konusu olmayacaktı! Bunun en büyük sorumlusu İttihatçılardır.

Emperyalist devletler, coğrafyamızı, iki büyük Dünya Harbinin sonunda, kendi çıkarlarına göre şekillendirerek, yarattıkları kaos yetmiyormuş gibi, bugün de, Büyük Orta Doğu Projesi adı altında, coğrafyamızı yeniden düzenlemek istiyorlar. ABD Başkanı Obama’nın, “IŞİD ile mücadelemiz 30 yıl sürecek” şeklindeki açıklaması, barışın oldukça uzak olduğunu gösteriyor.
Peki, bunu kabullenecek miyiz? Tabiî ki, hayır! Yeter ki, emperyalistlerin güçlerini fazla abartmayalım ve yeter ki, Bölge Merkezli; millî bir siyaset izleyecek cesareti gösterebilelim. Bunun için önce kendimizi Batı’nın vesayetinden kurtarmamız ve sonra da, başta Rusya olmak üzere, bölge devletleri ile işbirliği yapmamız zorunludur. Tıpkı; gerçekçi hedefler belirleyerek, yanına aldığı milletle, İstiklâl Harbimizi kazanmayı başaran ve emperyalist devletlerin bütün hesaplarını bozan; sonra da,  başta Rusya olmak üzere bütün bölge devletleri ile dostluk ilişkileri kuran Atatürk gibi!
 Fakat, bu yetmez! Sağlam bir tarih şuûru ve güçlü bir İç Cephe’nin de oluşturulması gerekir. Bu da, geçmişimizle bir hesaplaşmayı gerektirmektedir. Sultan Abdülhamid; İttihat ve Terakki; I. Dünya Harbi; Mütareke Dönemi işbirlikçileri ve Kuvayı Milliye Ruhu ile başardığımız İstiklâl Harbimiz; Atatürk’ten sonra yeniden, Batı emperyalizminin vesayetine nasıl girdiğimiz; ezberlerimiz bir kenara bırakılarak, yeniden; doğru kaynaklardan öğrenilmelidir. Belki bazı ezberler bozulacaktır. Fakat bu tarihi bilmenin, bize özgüven vereceği ve köksüz siyasî ayrılıkları ortadan kaldıracağı da bilinmelidir.  Bu özgüvene sahip olamazsak;  bu millete sürekli kompleks şırınga eden; Batı vesayetinde yaşamayı, ‘çağdaş bir millet olmanın olmazsa olmazı’ olarak göstermeyi başaran Batı hayranlarının kılavuzluğunda, başı eğik bir millet olarak yaşamamız kaçınılmaz olur.
‘Osmanlı Devleti I. Dünya Harbi’ne girmek zorundaydı. Bu harbin ana gayesi zaten bu toprakların paylaşılmasıydı’ gibi, tarihî gerçeklere aykırı bir iddia oldukça yaygındır. İlginç olan ise, birçok Muhafazakâr ve Atatürkçü ismin buna inanmakta olmasıdır!
Hâlbuki, bizim bu harbin dışında kalmamız mümkündü ve eğer harbe katılmasaydık, o felâketlerin hiçbirini yaşamamız söz konusu bile olamazdı, tarih çok farklı yazılırdı.
Atatürk, daha l907 yılında, İttihatçı arkadaşları ile yaptığı tartışmalarda şu düşünceleri korkusuzca savunmuştur: “Köhneleşen ve hayatiyetini kaybeden Osmanlı Devleti gövdesi üzerine bir devlet oturtulamaz ancak Türk çoğunluğu üzerine oturtulabilir.  Büyük devletler bir tasfiye yapmadan önce, ihtilâl idaresi bunu kendisi yapmalıdır. (…) Millî bir sınırlanma gerekti. Avrupa yakasında Batı ve Doğu Trakya bizde kalmalı idi. Edirne vilâyetinin kuzey sınırları genişlemeli, Arnavutluk bağımsız olmalı, Avusturya-Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan İstanbul’da bir konferansa çağrılmalı idi. Dava milliyet prensiplerine göre çözülmeli,  Anadolu kıyılarına yakın adalar bizim olmalı, yabancılara kalan Avrupa Türkiye’si toprakları ile, bize kalanlar arasında nüfus değişimi yapılmalı, Anadolu güneyinde ise Hatay, Halep ve Musul bizde kalmak üzere gerisi Araplara bırakılmalı idi” (Falih Rıfkı Atay, “ÇANKAYA”, s. 47, 48).
Dikkat ediniz: Atatürk, bugün elimizde olmayan Halep ve Musul’un bizde bırakılması; diğer bölgelerin de Araplara bırakılması düşüncesini daha 1907’de savunmaktaydı! Bizi I. Dünya Harbi felaketine sürükleyen ve öncesinde Trablusgarp’ın, Balkanların ve 12 Ada’nın ve Dünya Harbi sonrasında da, Arap topraklarının elimizden çıkmasına sebep olan maceracı İttihat ve Terakki Partisi’nde ise tam bir kafa karışıklığı hâkimdi. II. Meşrûtiyet’le, azınlıklara verilen haklar, onları devlete bağlayacağına, bağımsızlık isteklerini daha da güçlendirmişti. İttihat ve Terakki Partisi, Türk olmayan milletlerin, kendi millî programlarından hiçbir fedakârlık yapmayacaklarını, Osmanlılığa dayanmanın bir düş olduğunu anladıktan sonradır ki, Türk unsuruna dayanmak yolunu arayacaktır. Günümüzün ‘Yeni Osmanlıcıları’, İttihatçıların bile anladığı bu gerçeği, tarih okumadıkları için bir türlü göremiyorlar!
Ülkemizi I. Dünya Harbi’ne sokarak, coğrafyamızın bu şekilde, bizim irademizin dışında belirlenmesinin yegâne sorumlusu  İttihatçıların güçlü ismi Enver Paşa’dır.  I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda olmadığımızı, daha önceki yazılarımızda, belgelere dayanarak belirtmiştik. Fakat, ezberler o kadar güçlü ki, bu bilgileri tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor.
Şevket Süreyya Aydemir, Alman hayranı olan, İttihat ve Terakki Partisi’nin güçlü ismi Enver Paşa’nın, 1909’da, Askerî Ataşelik için Berlin’i seçtiğini belirtir ve şu bilgiyi verir: “Alman İmparatoru, Enver’in gururunu okşayacak bir hareket hazırlamıştı. Berlin’de bulunan bütün sefaretlere mensup kara ve deniz ataşelerine bir yemek vermiş ve bu ziyafette baş misafir yerini Yarbay Enver’e ayırmıştı. Diğer ataşelere, ‘sizin rütbeleriniz Enver’in rütbesinden daha büyük; fakat yakında büyük bir imparatorluğun başına geçeceği için, Enver’e baş yeri verdim’ diyecekti. Bu da yetmeyecek, yemekten sonra koluna girerek, Enver’i özel bir odaya götürecekti. Burada ona ‘Enver!’ diyordu; ‘Sen başa geçtiğin zaman her istediğin yardımı yapacağım. İşte sana askerî müşaviri de buldum. General Makenzen!’ Korgeneral Makenzen’in gelip de, Enver’in karşısında topuk çakması, Osmanlı Devleti’nin gelecek Harbiye Nazırını büsbütün gururlandırmıştı. Diğer taraftan imparator da, Osmanlı Devleti’nin adını değiştirmiş ve ‘Enverland’ yapmıştı” (“Enver Paşa”, Cilt, II. s. 534)!
Enver Paşa, Kutsal Savaş ilânının ertesi günü, Kâzım Karabekir Paşa’ya fotoğrafını verirken ona şu soruyu sorar: “Kâzım, kaşımdaki beyazlığın bir cihangirlik alâmeti olduğunu söylüyorlar, sen ne dersin” (“Enver Paşa”, Cilt II, s. 24)?
Vahim olan şey, Enver Paşa’nın da buna inanmasıydı! Almanlar da,  Enver Paşa’nın bu zaafını kullandılar.
Almanya’nın bu harpten bir zaferle çıkacağına inanan Enver Paşa; ülkeyi bir ateş çemberinin içine attı. Hem de, Almanlar, 6-8 Eylül 1914 tarihlerindeki, Marn Meydan Muharebesini kaybetmiş olmalarına rağmen!
Hâlbuki, Sofya’da Askerî Ataşe olarak bulunan Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, 4 Eylül 1914 tarihinde, Tevfik Rüştü Aras’a yazdığı mektupta, savaşa katılmamızın bir delilik olduğunu açıkça ifade etmekteydi! Bu mektup özetle şöyledir: “(…)Bir kara devleti olan Almanya ve müttefiki nereden yardım bulabilir? Hiç! Haydi Bulgaristan’ı, hattâ Türkiye’yi de cephelerine çeksinler. Ne çıkar? Denizler elde olmayınca! Hem doğudan, hem batıdan çevrilmiş bir merkez devlet cephesi… İki cepheye karşılık harp! Hayır, bu işin sonu yoktur!” diyerek, Almanya’nın yanında harbe girilmesini bir delilik olarak telâkki eder (“Tek Adam”, Cilt I, s. 217).
Bir de, Atatürk de harbe girilmesinden yanaydı demezler mi?

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678