Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MİLLÎ DEVLET SENTEZİMİZDİR! (2)

Osmanlı’nın, Avrupa Devletlerinin baskıları sonucu giriştiği reform çabalarının önemli bir sonucu, Hıristiyan unsurların milletleşmelerinin yolunu açmasıdır. Bu konuda Prof. Niyazi Berkes, şu dikkat çekici değerlendir-meyi yapmış: “1856 reform fermanından sonra, Müslüman olmayan halkların din-hukuk hayatında iki önemli gelişme başladı. Bu iki gelişmeyi başlatmada biraz büyük devletlerin, biraz da Tanzimat hükümetlerinin sorumluluğu vardır. Bu gelişmelerin birincisi Hıristiyan cemaatlerin birer millet hâline gelme yoluna girmesidir. İkincisi bu ‘millet’lerin Kilise Meclisle-rine, ruhbandan olmayan (lâik) üyelerin sokulmasıdır. Böylece, Hıristiyan cemaatlerde milletleşme ve lâikleşme (Grekçedeki anlamı ile halklaşma) birlikte başlamış oldu. Hıristiyan halkın seçtiği ve ruhbandan olmayan temsilcilerle bu cemaatlerin din, eğitim, maliye ve sivil işler alanlarındaki yetkileri genişledi. Askerlik ödevi ya da bedel karşılığı haracın (cizye) kaldırılması, mahkemelerde Hıristiyanların yemininin ve tanıklığının kabulü de hesaba katılırsa, bu cemaatlerin birer millet olmaktan eksik kalan tek yanları toprağa dayalı bağımsız egemenlikleri olmaması, Osmanlı toplumlar camiasının özel hukukta yarı otonom üyeleri hâline gelmeleriydi. Özellikle, Ermeni cemaati bu yönde o kadar ilerlemeler gösterdi ki, bunların, Engelhardt’ın dediği gibi, kuruluş ve seçim yöntemleriyle bir parlamentoya benzeyen bir Millet Meclisi bile vardı. 1863’de, Tanzimat hükümetinin onayladığı Ermeni Anayasası, Ermenilere Osmanlı egemenliği altında kendini yöneten bir millet statüsü verdi; yasal açıdan Tanzimat reformlarından en çok yararlanan Ermeni Milleti  oldu. Ermeni ‘Milleti’nin bu anayasal gelişmeleri, daha sonraki Ermeni  Milliyetçiliğine katkıda bulunduğu gibi, Osmanlı Kanun-u Esasî’sinin hazırlanışında da bir model hizmeti görmüştür. Kanun-u Esasî akımının önderi olan Mithat Paşa’nın, Ermeni Meclis üyeleriyle olan ilişkileri üzerine aydınlığa çıkarılmış yeterli bilgiler bulunmadığından, bu etkinin kapsamı ve niteliği üzerinde durmayacağız. Ancak ileride de değineceği-miz gibi, Mithat Paşa’nın Kanun-u Esasî taslağının ilk metninin yazarının, onun özel temsilcisi olarak çalışan, Devlet Şûrası üyeliğine ve Kanun-u Esasî Komisyonu’na getirilen Odyan Efendi olduğunu bir tahmin olarak kaydediyorum. Tanzimat döneminde ticaret, endüstri, maliye ve hukuk plânlarında Hıristiyan ‘millet’lerin kaydettiği bu gelişmelere ve ilerlemelere karşılık, Türk olan Müslümanların dinsel geleneğinde Hıristiyan halklarda olduğu gibi bir ‘Millet Toplumu olarak’ örgütlenmelerini sağlayacak bir temel yoktu. Tek temel, Osmanlı Devleti’nin bu Müslümanların devleti olduğu ‘sanısı’ idi” (Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, s. 224).

Prof. Niyazi Berkes’in bahsettiği, Ermeni Odyan Efendi’nin, anayasa çalışmalarında Mithat Paşa’ya rehberliği, Sultan II. Abdülhamid’in hatıralarında da yer almaktadır.
Tanzimatçılar ve Tanzimat reformları hakkında, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun, Lamartin’in Osmanlı Tarihi çevirisinin sonunda yaptığı şu değerlendirme de oldukça aydınlatıcıdır: “Gülhane Hattı Hümayunu’nun yenileşme ve demokrasi tarihimizdeki büyük değerine karşılık Osmanlı Devleti’nin bünyesinde olumsuz etkilerini görmezlikten gelmek yanlış olur. Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının en büyük hatası imparatorluğun temel taşı olabilecek egemen bir milleti ihmal etmiş olmalarıdır. Bütün imparatorluklarda egemen bir millet vardır.  O tarihte, Avusturya İmparatorluğu’nda Alman Milleti, Rusya’da Doğu Slav ırkı, İngiltere’de İngiliz Milleti ve hattâ Amerika Birleşik Devletleri’nde Anglosakson unsuru egemen durumdaydı.  İşte, bütün bu devletlerin varlıkları ve güçleri bu egemen milletlerin önderliğinde gelişip sürdü. Bu bakımdan, Tanzimat’a muhalif olanları, yalnız tutuculukla suçlamak doğru olmaz.  Tanzimat’la birlikte Devlet, ümmet dönemini kapatmış, ancak kozmopolit bir Osmanlı dönemi ortaya çıkmıştı! Üç kıtaya yayılan imparatorlukta, egemen bir ırktan güç alınmaması topluluklar arasında disiplinden eser bırakmadığı gibi dayanışma mefhumunu da yok etmişti. Böylece, Devletin yapısı demokrasiye hazırlıklı olmadığı için, büyüklü-küçüklü politik depremlere karşı direnemedi. Bu iğreti milletler topluluğu içinde, Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk ırkı, bir azınlık durumuna düştü.  Bu durum Türk Milletini ve bütün Müslümanları üzerken, Türk ve Müslüman olmayan topluluklar ayrıcalıklı duruma geçtikleri için sevindiler.”
Görüldüğü gibi, Osmanlı’nın içine düştüğü derin zaafiyetin temel sebebi, Kurucu unsur olan Türklüğün yüz yıllarca ihmâl edilmesidir!
Batılılaşmak uğrunda ilân edilen Tanzimat ve Islahat Fermanı gibi reformlardan, hep Hıristiyan unsurlar yararlanmıştır. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave’nin l868 tarihli raporu, bu reformlardan kimlerin yararlandığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Müslüman tebaanın derdini anlatacağı hiç kimse yoktu. Buna karşılık Hıristiyanlar, imparatorluğun her tarafına yayılmış bütün yabancı konsolosluklara, ajanslıklara, kimi de İstanbul’daki elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar. Hıristiyanların dertleri can kulağıyla dinleniyor, eğer bir şikâyetleri yoksa onlar adına hayalî şikâyetler uyduruluyor.  Bunun kahredici sonucu olarak her alanda Müslümanlara baskı yapılıyor. Çünkü Müslümanların feryadına kulak asan yok!” (Prof. Nadim Macit, “Teo Stratejiler ve Türkiye”,  s. 166).
Tanzimat’ı yapanlar, devletin dayanması gereken esas unsurun Türkler olduğu gerçeğini anlayabilmiş olsalardı, tarih çok farklı yazılırdı. Bu konuda II. Abdülhamid döneminde önemli adımlar atılmış fakat asıl büyük hamleyi, Devletimizi Türk Kimliğine dayanan bir Millî Devlet olarak kurarak, Atatürk yapmıştır. Ne var ki,  Atatürk’ten sonra, Batı’yla kurulan ilişkiler; Batı’ya verilen tavizler Millî Devlet yapımızda önemli gediklerin açılmasına sebep olmuştur.
Günümüzde AKP iktidarı, bu sürecin son aşamasıdır. Millî Devlet yapımızdaki aşınmanın asıl sorumluları dünün sözde lâik ve Batıcı iktidarlarıdır.
Mustafa Kemal Paşa’nın, İttihatçıların en güçlü olduğu dönemde, yaptığı şu eleştiriye bakar mısınız: “Büyük devletler her zamankinden daha yırtıcı. Almanya Türkiye’nin boğazına sarılmış. Tekelciliği ve imtiyazları arttırıyorlar.(..) Anadolu ellerine geçmiş bulunuyor! Türkiye, savunmasız bir hâlde, çakalların ve akbabaların pençesine teslim edildi. Türkler yabancı yardım ve müdahalesinden kurtulmuş olarak yaşamasını öğrenmelidirler. Eğer memleketin felâkete sürüklenmesini istemiyorsak, derhâl harekete geçmeliyiz.  Şüphesiz, Türkiye’yi Türklere teslim etmek gerek. Fakat satılmış Türklere değil” (Kemal Zeki Gençosman, Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk Ansiklopedisi, MAY yayınları, Cilt I, s. 67).
Türkiye bugün, bu şuura sahip Devlet Adamları’na, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678