Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

DİNİMİZİ BİLMEMENİN AĞIR BEDELİ! (II)

Dinimiz hakkında bu yazdıklarımızı yadırgayanlar olabilir. Fakat biz zaman zaman bu konuda yazmayı sürdüreceğiz. Çünkü din bu toplumun bir gerçeğidir ve bu gerçeği önemsemeyen aydınlarımız, farkında olmadan dinîmizi siyasî rant aracı olarak kullananlara, milleti ‘Allah’la Aldatanlara’ hizmet etmektedirler. Hâlbuki, aydınlarımız Kur’ân’la aydınlanmış olsalardı, bugün hâkim sınıfların ve din istismarcılarının elinde ‘halkın afyonu’ hâline getirilen yüce dinimiz; milletimizin özgürleşmesinin, bu devletin tam bağımsız bir devlete dönüşmesinin ve emperyalist senaryoların bertaraf edilmesinin motoru görevini görebilir; emperyalizmin ve muhteris siyasetçilerin habire kaşıdığı mezhep ayrışmaları ve çatışmaları da önemli ölçüde ortadan kalkabilirdi.
Kur’ân yaşayan insanlara bir hitaptır; bir öğüttür. Birçok âyette de bu açıkça belirtilmiştir. “Ey yaşayan insan!” anlamına gelen “Yâ-Sîn!” Sûresinde, Kur’ân’ın ‘diri olanları uyarmak için’ indirildiğinin çok açık bir şekilde belirtildiğini görürüz! Evet, Kur’ân, ‘Yaşayanları uyarmak için gelmiştir ve her çağda yaşayanlar, diri olanlar için yeniden yorumlanması gerekir.’ İşte bunun için, Kur’ân, kendi dilimizde; anlayarak okunmalıdır. Bu bakımdan, Atatürk’ün yazdırdığı Kur’ân Meâl-Tefsiri ile dinimize yaptığı büyük hizmet de şükranla anılmalıdır.
Kur’ân’ın, anlamının bilinmeden Arapça okunması nelere mal olmuştur? Meselâ Kur’ân’ın temeli olan Fatiha Sûresini ele alalım: Her namazda defalarca okunan Fatiha Sûresi, “…Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüt. Sapmışların ve öfkeni çekenlerin değil..” diye, Fatiha’nın bu derin anlamı idrak edilerek, Türkçe okunsaydı, samimî bir Müslüman güç ve servet sahiplerinin önünde eğilir miydi? Bu şuûrdaki Müslümanların yaşadığı bir ülkede hiç diktatörlüğe özenenler çıkabilir miydi?
Kur’ân, “Yalnız, Allah’a kul olunmasını ve yalnız Allah’tan yardım dilenmesini” isteyerek bizi, güç ve servet sahiplerine, mala-mülke, dolara, altına ve kendi nefsimize kul-köle olmaktan kurtarmak, bağımsızlaştırmak, özgürleştirmek; özetle “İnsanlaştırmak” istiyor. Fakat, bu ‘Devrimci İslâm’dan rahatsız olanlar, İslâmiyet’in bir ritüel dinine dönüştürülerek, ‘halkın afyonu’ hâline getirilmesini çıkarlarına daha uygun buluyorlar. İnananlar önce bu gerçeğin farkına varmalıdır. Şunu da ifade edelim ki, halkın afyonu haline dönüştürülen sadece dinimiz değildir. Devrimci ve halkçı özünden, anti emperyalist ruhundan uzaklaştırılarak Atatürkçülük de ‘aydınların afyonu’ hâline getirilmiştir.
Kendilerini özgürlük ve eşitlik idealine adayan aydınlar, eğer Kur’ân’la tanışmış olsalardı, Kur’ân’ın gerçek mesajını kavramış olsalardı, dinimiz bu kadar kolay bir şekilde ‘halkın afyonu’ hâline getirilemezdi. Fakat ne yazık ki, İslâmiyet’in toplumcu özünden habersiz olan aydınlarımızın, Batı Materyalist düşüncesinin etkisi altına girerek dine cephe almaları bu imkânı ortadan kaldırmıştır. Millet, ‘Dindar’ görüntüsü verenler dururken, ‘istedikleri kadar doğruları söylesinler’ kendi değerlerine yabancılaşmış aydınların peşinden gitmiyor! İslâmiyet’in Kamucu, Paylaşımcı, Eşitlikçi ve Özgürlükçü İslâm ahlâkından habersiz toplumcu aydınlarımız, Bireyci Batı ideolojilerinin peşine takılarak halktan da uzaklaşıyorlar. Dinî konulardaki derin bilgisizlikleri, ‘en büyük sermayeleri din istismarı olan’ siyaset bezirganlarının tuzaklarına kolaylıkla düşmelerine sebep oluyor.
Şu, ısıtılıp ısıtılıp, iktidarın ‘her zor zamanında’ gündeme getirilen, neredeyse ‘İslâmiyet’in şartlarından biri mertebesine yüceltilen’ Türban meselesine gelelim: Lâikliği bir din gibi benimseyen kesimlerin bu ‘Türban karşıtlığını’ iktidar ne güzel istismar ediyor! Lâik kesimler türbanın, iktidar tarafından, dinine bağlı vatandaşlarımızı manipüle etmek için kullanıldığını bir türlü anlamıyor; anlayamıyor!
Örtünme konusu, Nûr Sûresi 31. âyette yer almaktadır. Sayın Hakkı Yılmaz’ın belirttiğine göre, burada “başörtüsü takın, başınızı örtün” denmiyor; “başınıza aldığınız o örtüleri boyunlarınıza, omuzlarınızdan aşağıya salın” deniyor. Bunun sebebi de şu: Arap kadınları İslâmiyet’ten önce de başlarına bir örtü alıyorlardı fakat bu örtüyü arkadan bağlayarak, omuzlarını ve göğüslerini açıkta bırakıyorlardı. O dönemde Araplar pamuğu bilmedikleri için iç çamaşırı ve dolayısıyla kadınlar sütyen kullanmıyorlardı. Bu âyetle, kadınların başlarındaki örtülerin, göğüslerine sarkıtılarak, göğüs dekoltelerinin örtülmesi; kadının cinselliğini öne çıkarmaması isteniyor. “Ziynetlerini dışa vurmasınlar” buyruğunun, “Dişiliklerini göstermesinler; dikkat çekmesinler” anlamına geldiğini savunuyor. Âyette, kendiliğinden görünenlerin dışındaki yerler kast ediliyor. Baş, Yüz, Burun, Ağız, Dudak ve Göz değil! Yani tepeden tırnağa bir örtünme yok!
Malikilerin, abdest uzuvlarını (eller, ayaklar, dirsekten aşağı kollar, baş, boyun ve yüz) örtünmenin dışında bıraktıklarını da belirtelim!
Örtünme ile ilgili âyet, “Hımarlarını (Hımar baş örtüsü değil, örtü demek) üzerlerine salsınlar” diyor! Yine Hakkı Yılmaz’ın belirttiğine göre, Kütübü Sitte’deki bir hadiste, Peygamberimiz ayağındaki mes için “ayağımın örtüsü” derken ‘Hımar’ kelimesini kullanıyor. Demek ki, hımar baş örtüsü değil; örtü!
Diyanet’in 2012 basımı, Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsirinde, bu konuda şu açıklamaya yer verilmiş: “Cahiliye devrinde kadınlar ayak bileklerine halhal gibi ziynetler takarlar, sokakta yürürken ses çıkarsın, dikkat çeksin diye ayaklarını yere vururlardı. Bunun menedilmesi, örtünmenin amacı bakımından çok önemli ve anlamlıdır; çünkü meselenin özü karşı tarafın dikkatini cinselliğe çekmemektir” (Cilt IV. S. 74).
Ahzâb Sûresi 59 da, örtünme ile ilgili bir başka âyettir. Diyanet’in Meâl-Tefsirinde, bu âyet şöyle yorumlanmış: “Kadınların dışarı çıkarken üzerlerine almaları istenen örtü (cilbâb) ile aslâ çarşaf kast edilmiyor. O çağda, evlerin bir hayli uzağında bulunan tuvaletlere, ev kıyafetleriyle giden kadınlara söz ve elle tacizde bulunanların bu tacizlerinin önlenmesi için, üzerlerine bir örtü almaları isteniyor” (Cilt IV. S. 399).
Ne yazık ki, Kur’ân bize akılla hareket etmeyi emrettiği hâlde, nakilcilik esas alındığından; Kur’ân âyetlerinin hangi mesele için indiği; günümüzde nasıl anlaşılması gerektiği konuları üzerinde hiç tartışılmadan ‘Selefîlerin yaptıkları gibi’, Peygamberimizin yaşadığı dönemdeki toplum şartları aynen devam ediyormuşçasına, Kur’ân’ın, her devirde yaşayan insanlara bir hitap olduğunun unutularak yorumlanmasının yarattığı gereksiz gerginlikler yaşamaktayız. Tevrat ve İncil’den farklı olarak, ‘İman ve Akıl dini’ olan Kur’ân, bizi birçok âyette, ‘Aklınızı kullanın’ ‘Hiç aktletmez misiniz?’ diye uyarıyor. Fakat biz, ne yazık ki, Kur’ân’ın bize emrettiği gibi aklımızı kullanmıyor, tefekkür yapmıyoruz. Kur’ân’ı doğru anlayarak aklımızı kullanabilmemiz için, yetkin bir ilâhiyatçının Türkçe Meâl-Tefsirini okumak gerekir. İşte, sözde din adına kafa kesenlerin varlığının ana sebeplerinden birisi de, Kur’ân’ın ana mesajı hakkındaki bilgisizlikleridir.
Örtünme ile ilgili âyet, edepli bir kıyafeti öngörüyor. Diğer taraftan, isteyen başını örtsün, isteyen açsın. Bu, kişinin kendi şahsını ilgilendirir. Ancak işin doğrusu da bilinmelidir. Ayrıca, asıl tartışmanın Kur’ân’ın; Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Paylaşmak, Allah’tan başkasına kulluk yapılmaması, Zulme ve Zalimlere sessiz kalınmaması; ‘ameli Salih’ yani Müslümanların hayırlı ve güzel işlerde yarışmaları; güzel ahlâkı kuşanmaları ve Ahkaf Suresi 13’de buyrulduğu üzere “Önce Allah’a iman edin sonra dosdoğru olun” gibi ana buyruklarına ne kadar uyulduğu konularında olması gerekirken, örtünme konusunun bu kadar abartılarak, bilgisizce tartışılması gerçekten hazindir.
Beyyine Sûresi Âyet 7’de, “Şüphesiz inanan ve sâlihâtı işleyen kimseler, yaratılanların en hayırlılarının ta kendileridir” buyuruyor. Müslümanlığı şekle indirgeyenler, biraz da özüyle ilgilenmelidirler. Putlara tapan Cahiliye dönemi Arapları namaz da kılıyor, oruç da tutuyor, kurban da kesiyor; hattâ zekât da veriyorlardı. Müslümanlık Zulme, Adaletsizliğe, Eşitsizliğe ve Sömürüye karşı kıyam dinidir.
Bugün içinde bulunduğumuz durum, Peygamberimizin isyan ettiği düzenden pek de farklı değildir. Müslümanlar bu kadar adaletsiz bir düzene destek veremezler.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678