Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BÜYÜK ZAFER’İN ANLAMI!

Büyük Zafer’in 92. yıldönümünü kutluyoruz. ‘Millî ve Türk’ kavramları ile sorunu olduğu anlaşılan bu iktidar döneminde, Millî Bayramlarımız da son derece sönük geçiyor! Millî hassasiyeti yüksek bir iktidar olsaydı, PKK bu kadar şımarabilir ve Lice’de, eli kaleşnikoflu PKK’lı terörist heykelinin dikilmesine cüret edilebilir miydi?
Bu günler de geçecektir. Dün, Büyük Zafer’le, emperyalistlerin üzerimize sürdüğü Yunan ordusunu bu kutsal topraklardan sürüp atmayı başaran bu büyük millet, bu kara günleri de aşacaktır. Millî günlerimizi coşku ile kutlamak millî duygularımızı geliştirir. Büyük Zaferin anlamını idrak edemeyenlere inat 26 Ağustos’ta bayrak asmayı unutmayalım!
Şimdi, Büyük Zafer’e nasıl ulaşıldı; onun üzerinde biraz duralım. Türk Ordusu’nun taarruz edemeyeceğine inanan ve öyle anlaşılıyor ki, Sarayla da irtibatı olan muhalifler arasında, “Yalnız Yunan mı var? Yunan’ın arkasında İngiliz yok mu? Biz muharebe ile bu işin içinden nasıl çıkarız? Bir uzlaşma çaresi aramalı ve bulmalı değil miyiz?” itirazları yükselmekteydi. Vahdettin’in Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa İngilizlere, “Millet Meclisi’nin yüzde 65’inin desteğini garanti edebileceğini bildirmekteydi” (Bilâl Şimşir, “İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan İzmir’e”, s. 147)! Anadolu’da, milliyetçilere karşı yeni bir ayaklanma bekleyen Vahdettin ise, “Türkiye’nin ıstırabından sorumlu olanların, ancak yüzde on kadar bir azınlık olduğunu” söylemekteydi!
Evet, Atatürk’ü ‘milleti kurtarmak için Anadolu’ya gönderdiği’ iddia edilen Vahdetin, Türk Milleti’nin canını dişine takarak verdiği Milli Mücadeleye işte böyle bakıyordu!
Falih Rıfkı Atay’ın belirttiğine göre, Meclis çoğunluğuna, “Sevr muahedesini mi kabul edeceğiz, ne yapacaksak yapalım, ne kurtarabilirsek kurtaralım, şu işin içinden çıkalım!” düşüncesi hâkimdi! İttihatçı Kara Vasıf Bey’in, “Ben askerim, bilmez miyim, üç yüz yıldır taarruz savaşı yapmamışız. Hep savunmada kalmışız. Taarruz çocuk oyuncağı değil” propagandası oldukça etkili oluyordu.
Mareşal Fevzi Çakmak, Büyük Taarruz’a karşı çıkanlar hakkında şunları söyler: “Biz, hedefi İzmir olacak bir taarruzu tasarlarken, düşman ordusundan evvel, karşımıza, Millet Meclisi’nin pasif diplomatları dikildi!”
Fevzi Paşa, 26 Ağustos’ta yapılacak taarruzun saldırı plânını açıkladığında, ordu komutanı Yakup Şevki Paşa, “Milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe bir cinayet sayılacağını” söyler. Mustafa Kemal Paşa’nın, “Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Paşam?” sorusuna ‘Evet!’ cevabını vermesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, “O hâlde kesin sonucu bununla almak zorundayız” der. Kemalettin Sami Paşa “Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz” diye itiraz edince, Mustafa Kemal Paşa, “Demek düşmanı yirmi kilometre içinde yok etmek zorundayız” cevabını verir (“Çankaya”, s. 308).
İsmet Paşa da saldırıya karşıydı. Fevzi Paşa’nın, “Madem ki, ordunun bana güveni yok, ben çekiliyorum” şantajı üzerine telâşa düşen İsmet Paşa, “Efendim, bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrinizdeyiz” diyecektir!
Falih Rıfkı, Büyük Zafer için, “Bu zafer, Millet Meclisine, Hükümete, Ordu Komutanlarına rağmen, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından kazanılmıştır” değerlendirmesini yapmıştır (“Çankaya”, s, 311).
Falih Rıfkı’nın, Büyük Taarruz’un başladığı anda, her türlü haberleşmenin kesildiği günlerdeki endişelerini ve sonraki sevincini okurken insan âdeta o günleri tekrar yaşıyor: “Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirecek bir zar atmayacağını biliyorduk. Fakat nasıl haber almalı? Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıkar. Biz taarruza geçmişiz ve başımızı Yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyormuşuz!”
Falih Rıfkı daha sonra, içinde bulunduğu ruh hâlini şöyle anlatır: “Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyordum. İhtimâl, durmuştuk! Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir hâlde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da Sevr antlaşmasından daha iyi olurdu. Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: ‘Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş!…’ Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim. Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. (…) Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş… Yunan ordusunu yok etmişiz, İzmir’e iniyormuşuz. Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ‘İlk hedeflerinin Akdeniz olduğunu’ bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk! Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana, ölünceye kadar, o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim” (“Çankaya”, s. 313).
“İstiklâl Harbi’nde yalnız Mustafa Kemal mi vardı” diyen gafiller ve ‘Atatürk’ün İngiliz ajanı olduğunu, Vahdettin’e ihanet ettiğini’ iddia edenler, biraz tarih okusalar gerçekleri görecekler fakat gelin görün ki, okuma özürlü bir toplumuz. Okumuyoruz ve kulağımıza üflenen her yalana inanıyoruz. Bu yalanları kulaklara fısıldayanların amaçlarının, Atatürk’e itibar kaybettirerek Cumhuriyeti yok etmek olduğunu bir türlü anlamak istemiyorlar! Acı olan, bu insanların, bu Devleti Batı’ya peşkeş çekenleri değil de, var güçleriyle, bu Devleti kuran, bize bağımsız bir devlet bırakan Atatürk’ü suçlamalarıdır.
Atatürk, kendinden sonra geleceklerin neler yapabileceklerini kestirmiş olmalı ki, Büyük Nutku’nun sonundaki, Gençliğe Hitabesi ile Türk Gençliğini uyarmıştı. Atatürk, bir başka konuşmasında Türk Gençliğine olan güvenini bakınız nasıl dile getirmiş: “Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl direndiğimiz ve daha doğrusu milletin isteklerine uygun biçimde ve onun desteğiyle nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ders teşkil etmeli ve uyanıklık sağlamalıdır. Zaten her şey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe bırakacağız; o gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Gelecek umudunun ışıklı çiçekleri onlardır” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s.199).
Tutunacağımız tek dal Atatürk’tür. Tek çıkış yolumuz O’dur. Özellikle, Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği Türk Gençliği, Atatürk’ü çok iyi tanımalıdır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678