Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (VIII)

7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin Genel Başkanı olarak, liberal ekonomiyi savunacak olan, Celâl Bayar, 1933 yılında devletçiliği şu sözlerle savunmaktaydı: “İktisâdiyatımızı gelişigüzel bir cereyana bırakmak bugünkü zorunluluklarımızın gereklerine hiç uymaz. Onu pek sıkı bir kontrole tâbi tutmak lâzımdır. Bu kontrolü ancak devlet yapabilir. Sanayimizi yeni baştan kuruyoruz. Bu hareket birçok fedakârlıkları icap ettiriyor. Hiçbir memleket tüketim maddelerini mutlaka dışarıdan aldığı fiyatlardan daha ucuza sağlamak kararıyla sanayisini kurmaz. Millî sanayisini kurmak için yapar. Sanayisini kuran her memleket gümrük korumalarıyla onu müdafaa etmeye mecburdur” (Mustafa Çınkı, Rant Lordları, s. 503).
Ne yazık ki, çok partili sisteme geçildiğinde, bu devletçi düşünceler terk edilerek liberal politikalar savunulmaya başlanacaktır! Bunun neye mal olduğunu anlayabilmek için, bugün kimi gafillerin küçümsediği, Cumhuriyetin Millî Ekonomi hamlesini iyi bilmek gerekir. Sovyetlerin yardımı ile hazırlanan Birinci 5 yıllık Plân 1933 yılında uygulamaya konulmuş ve bu plân döneminde Çelik ve Kimya Sanayinin temelleri atılmıştı. Savaş yıllarına rastlayan İkinci Beş Yıllık Plân ise, makine sanayi, enerji, maden ve denizcilik sanayilerinin geliştirilmesini ve kimya sanayine hız verilmesini öngörmekteydi.
Atatürk 1 Kasım l937’de, Meclis’in açılışında şu konuşmayı yapar: “Endüstrileşmek, en büyük millî davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük küçük her çeşit sanayiyi kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zarurettir. Bu kanaatle beş yıllık ilk sanayi plânının geri kalan ve bütün hazırlıkları bitirilmiş olan birkaç fabrikasını da süratle başarmak ve yeni plân için hazırlanmak icap eder… Bu yıl içinde denizaltı gemilerini memleketimizde yapmaya başladık. Hava kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, Büyük Milletimizin yakın ve şuûrlu alâkasıyla şimdiden başarılmış sayılabilir. Bundan sonrası için bütün tayyarelerimizin ve motorlarının memleketimizde yapılması ve harp hava sanayimizin de bu esasa göre inkişaf ettirilmesi iktiza eder” (Kâzım Öztürk, “Atatürk’ün Meclis Konuşmaları”, s. 1122, 1132).
5 Şubat l948 tarihli Ulus gazetesinin birinci sayfasında yer alan “Çiftlik yakınlarındaki uçak motoru fabrikasının tamamlandığını, tezgâhların montajının bittiğini” müjdeleyen haber bu konudaki kararlılığın bir müddet daha devam ettiğini gösteriyor. Sonrası mâlûm! “Amerika’dan çok daha ucuza alınan silâhları Türkiye’de üretmeye ne gerek var?” mantığı ile, Millî Sanayi’den vazgeçilir. Hâlbuki, bu üretimin Türkiye’de yapılması bizim teknik kapasitemizi geliştirecekti. Bu ürünleri Türk işçi ve mühendisleri yapacak ve Millî Sanayimiz gelişecekti. Önlenmiş olan budur!
Soyadını, demiryolu yapılmasında gösterdiği üstün gayretler sebebiyle Atatürk’ün verdiği Nuri Demirağ, Uçak imalâtına başlar. Türk Hava Kurumu, Demirağ’a verdiği siparişlere rağmen, imâl ettiği uçakları almayarak iflâsına sebep olur. Devir, İnönü devridir! Şakir Zümre, ilk Türk denizaltı su bombalarını imâl eder. Ancak ABD yardımları başlayınca kuzine ve soba üretmek zorunda kalır! Amerikan yardımları başlayınca, Kırıkkale silâh fabrikaları, gaz ocağı yapmaya başlar! 1940 yılında tank yaptık. Bunun sadece Ford motoru dışarıdan geldi. Dizaynı bizimdi. Zırh levhası, topu, paleti, aktarma organları hepsi bizim üretimimizdi. Bu tank 1946’da Cumhuriyet Bayramı töreninde geçit resmine katılır. Ancak sipariş gelmez! Çünkü savunmamız artık Amerika’ya havale edilmiştir! Truman doktrini çerçevesinde, 1947 yılında Türkiye’ye sözde ABD askerî yardımı başlar. Bu yardıma ilişkin olarak Alev Alatlı “Aydınlanma Değil, Merhamet” isimli kitabında şu hüzünlü anısına yer vermiş: “Babam, erlerin palaskalarındaki U.S. damgalarını gördüğü ilk günü hiç unutamadığını söylerdi. Bu damgalar ona, İstiklâl Harbi’ni aslında kaybetmiş olduğumuzun tescili gibi görünmüşlerdi. Koskoca Binbaşı üzüntüsünden ağlamıştı!”
Orhan Erkanlı hâtıralarında o yılları şöyle anlatır: “Amerikan askerî yardımı birçok tabiî neticeleri de beraberinde getirdi. Ankara’da, Amerikan Askerî Yardım Kurulu faaliyete geçti. Kurul Başkanı ile Türk hükümeti yetkilileri arasında özel görüşmelere başlandı. Ordumuzun çeşitli mekteplerinde, Amerikalıların nezaretinde kurslar açıldı, birçok subay ve astsubayımız Batı Almanya’ya, Amerika’ya kurslara gönderildi. Askerlerimizi, siyasî alanda hükümeti büyüleyen ‘Küçük Amerika’ olma hayali sarmıştı… Harp Akademileri dahi tedrisat, stratejik ve taktik konsept değiştirdi. Amerikanlaştı” (Orhan Erkanlı, “Anılar, Sorunlar, Sorumlular”)!
1945 yılında başlayan İkili Antlaşmalar zinciri ile Türkiye ABD yörüngesine sokulmuştur. 27 Aralık 1949’da imzalanan, “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Antlaşma” ise evlere şenliktir. 27 Mayıs’ın Millî Birlik Komitesi üyesi Kurmay Albay Haydar Tunçkaat’a göre bu antlaşmanın en önemli özelliği, “Türkiye’de kazanılması plânlanan, Amerika yanlısı kadroların eğitilme biçimlerinin tespiti ve bu amaçla yapılacak harcamaların karşılanma yöntemlerinin belirlenmesidir!” 4 üyesi Türk, 4 üyesi Amerikalı olmak üzere kurulan Eğitim Şûrası ise bir başka garipliktir. Oyların eşitliği hâlinde şûranın üyesi olan ABD Büyükelçisinin oyu iki oy sayılmaktadır (Haydar Tunçkanat, “İkili Antlaşmaların İçyüzü”, s. 48)!
Bütün bunlar CHP’nin Tek Parti İktidarı döneminin uygulamalarıdır. Birinci Dünya Harbi’nin bitiminde, Anadolu’da, ‘kılıç artığı’ denebilecek 9.5 milyonluk bir nüfus kalmıştı. Biz o gayrimüsait şartlarda İstiklâl Harbi’ni kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş; sonra da, kendi imkânlarımızla bir Millî Kalkınma seferberliği başlatmış ve bunu da başarmıştık. Ne var ki, Atatürk’ün ölümünden sonra, ‘Batı hayranı Tanzimatçı anlayış’ yeniden dirilecek ve bu anlayış güzelim ülkemizi yeniden Batı’nın vesayeti altına sokacaktır. Amerika’yı ülkeye sokan, 1946’da Missouri zırhlısını tantanalı törenlerle karşılayan CHP olduğu hâlde bütün fatura Demokrat Parti’ye kesilecektir. Bunun kabul görmesinin sebebi ise Hürriyet ve Demokrasi vaadi ile iktidara gelen Demokratların, Halk Partisi’nden daha da otoriter bir yönetim tarzını benimsemesi ve bunun, Uğur Mumcu’nun “Kırkların Cadı Kazanı” isimli kitabında kısmen anlattığı İsmet Paşa döneminin faşizan uygulamalarını unutturmasıdır. Başlangıçta aydınlar Demokrat Parti’ye büyük destek vermişlerdi. 1950 yılında, Nadir Nadi’nin Demokrat Parti’nin listesinden sağımsız milletvekili seçildiğini hatırlatalım!
ELİM BİR OLAY: Soma’da yüzlerce işçimiz çok feci bir şekilde hayatını kaybetti. Ölen işçi kardeşlerimize yüce Allah’tan rahmet diliyoruz. Milletimizin başı sağ olsun. Bu kaçıncı facia? Madenin işletmecisi bir mülâkatta, özel işletmeleri savunurken, “TKİ’nin 140 dolara mal ettiği kömürü biz 23 dolara mal ediyoruz” diye övünmüş! Peki, ya iş güvenliği? En fazla kâr amaçlandığında ve iş güvenliği ihmal edildiğinde işte sonuç meydanda! Özelleştirme histerisine tutulan ve nerede ise devleti de özelleştirecek olan zihniyet acaba ‘Biz ne yaptık?’ diye düşünecek midir?

 

 

 

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678