Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (VI)

Bugün bağımsızlığımızın kağıt üzerinde bir kavrama dönüşmesinin en temel sebebi, 1939’dan başlayarak Batı ile kurulan ittifak ilişkileridir. Ne yazık ki, bu ilişkilerin gerekçesi olarak hep ‘Sovyet Tehdidi’ öne çıkarılmakta ve en küçük bir araştırma bile yapılmadan buna inanılmaktadır! Hâlbuki, bu kesinlikle doğru değildir. İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden sonra rotayı Batı’ya kırmıştı. Çünkü Tanzimatçıydı; tüm Tanzimatçılar gibi Batı hayranıydı ve bu yazı serisinde açıkladığımız gibi, bu anlayışa sahip olan da yalnız o değildi. Halide Edip, Ali Fuat Paşa, Rauf Orbay, Refet Bele gibi birçok isim Batıcı idiler ve Amerikan ya da İngiliz mandasını tek kurtuluş yolu olarak görmekteydiler.
22 Haziran 1941 tarihinde Hitler’in Rusya’ya saldırı buyruğunu vermesinden hemen sonra, 23 Haziran sabahında von Papen ile sabah kahvaltısı yapan Meclis Başkanı “Savaş başlamışken, Bolşevik dâvâsını kökünden çözmek gerekiyor” diye konuşmaktaydı (Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi” s. 1516)! İşte, Atatürk’ten sonra devlete hâkim olan feraset budur! Atatürk’ten sonra ülke yönetimine gelenler tam anlamıyla Batı yanlısıdır ve Sovyet Rusya düşmanıdır. Halbuki, İstiklâl Harbi sırasında ve sonrasında en büyük desteği Sovyetler Birliği’nden görmüştük; Türklüğü tarihten silmek isteyenler ise Batılı ‘dostlar’ idi!
II. Dünya Harbi’nden sonra, Sovyetler Birliği’nin bize bir nota vererek, toprak talebinde bulunduğu iddiaları da doğru değildir. Evet, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotof, Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper’e bundan söz etmiştir ancak Sarper, Ankara’ya dahi danışmadan bunu reddetmiştir.
Sovyetlerle gerginleşen ilişkiler konusunda Mareşal Fevzi Çakmak şu sağduyulu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Ben SovyetTürk ilişkilerinde son zamanlarda ileri sürülen kaygıyı anlamıyorum…. Bence Sovyetlerle konuşmak gerekir. Onların yanlış bir istekle karşımıza çıkmasına kızmamalıdır. Tersine, onlarla masa başına oturup, hatalarını kendilerine anlatmak gerekir. Biz bunu tecrübemizle biliriz. Millî Kurtuluş Savaşı’nın başında da, Sovyetlerle aramızda bazı anlaşmazlıklar vardı. Fakat oturup konuştuk. Bu anlaşmazlıkları ortadan kaldırmakla kalmadık, bir de dostluk kurduk (Avcıoğlu, age. s. 1592)!
Sovyetler Birliği’nin Ankara’ya iki nota verdiğini biliyoruz. İlki 8 Ağustos 1946 tarihlidir. Sovyetler, Potsdam’da kararlaştırıldığı gibi Montreux (Montrö) Sözleşmesi’nin öngörülen değişiklik isteme süresi geldiğinden, isteklerini resmî yazıya dökerler. Sovyet notası, ‘bilinenin aksine’ Kars ve Ardahan konularında bir şey demez! Boğaz rejiminin, 1921 RusTürk Antlaşması’nda öngörülen biçimde, Karadeniz’de kıyısı bulunan devletlerce düzenlenmesini ve Boğazların ortak savunulmasını ister. Bu ilk notanın reddi üzerine Sovyetler 24 Eylül 1946’da ikinci notayı verirler; “Önerilerimizi kabul etmeseniz de, birlikte inceleyelim” demeye getiren bu Sovyet notasında, Türkiye’nin, Boğazları Angloamerikanlarla birlikte Rusya’ya karşı kullanması korkusu belirtilir ( Avcıoğlu, age. s. 1577, 1581).
Prof. Niyazi Berkes’in belirttiğine göre, “Truman’ın gönlünde yatan özleyiş de, Boğazları askerden tecrit etmek ya da uluslararası bölge yapmaktır. Fakat Amerika’nın böyle bir tezi olduğu Türk halkına hiç duyurulmamıştır” (“Unutulan Yıllar”, s. 341)!
Sovyet notalarında toprak talebi yoktur fakat, II. Dünya Harbi sonrasında Batı’nın vesayetine girmemize sebep olan, ‘Batı ile ittifakı haklı göstermek için’, ‘Sovyetlerin Toprak Talebi’ gerekçesine sığınılmakta ve bugün bile birçok aydınımız, bu ‘Toprak Talebi’ yalanına inanmaya devam etmektedir. Hâlbuki, II. Dünya Harbi’nde 20 milyon insanını kaybeden Sovyet Rusya, Türkiye’ye saldıracak bir güce sahip değildi ve zaten böyle bir niyeti de yoktu fakat ülkeyi yöneten zihniyet, iktidarı ve muhalefetiyle Batı ile birlikte hareket etmek arzusundaydılar. Bugün işte, bu gafletin bedelini ödemekteyiz.
1947 yılının Şubat ve Mart ayları, Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığının pekişmesi sürecinde önemli tarihlerdir. Milletlerarası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’na giriş bu dönemde gerçekleşir. 11 Mart 1947’de IMF’ye üye olan Türkiye’nin, 12 Mart tarihinde Truman doktrini kapsamına alınacağı tüm dünyaya duyurulur. IMF üyeliği ile ilgili kanun tasarısı TBMM’de görüşülürken, Ankara Hukuk Fakültesi İktisat Profesörü Yusuf Kemal Tengirşek, şu ibretlik konuşmayı yapar: “..Ticaretin genişlemesine mâni olan şeylerin kaldırılmasını ikisi de (İngiltere ve Amerika) istiyor. Yani hep ticaret; ticaretin iyi yapılması! Fakat bana sorarsanız, deseniz 44 devlet en zeki adamlarını göndermişler, bunu kabul etmişler, sen burada ne uğraşıp duruyorsun?’ Cevabım şudur: ‘Bu antlaşmalarla bağlanmada Türk Milletinin İstiklâli, Türk Milletinin Hürriyeti mevzuu bahistir… Bence bu iki mühim noktanın ikisi itibarıyla mâni bir cihet yoktur (Bravo sesleri). Emniyetle, huzurla iltihak edebiliriz!” Bir başka üye Tokat milletvekili Nazım Poroy şunları söyler: “Zannederim ki, meclisimizin ilk gününden beri iki parti arasında en tatlı müzakere bu olmuştur. Memlekette Bretton Woods mukaveleleri hakkında hiçbir esaslı malûmat intişar etmemiştir. Ama, birkaç büyük devletin tesiriyle, nüfûzuyla yapılan bu mukavelelerin gayesi dünyanın iyiliğine, rahatına, terakkisine matuftur” (Emin Değer, “Oltadaki Balık Türkiye”, s. 227)!
İktidar ve muhalefet partileri arasındaki ‘en tatlı müzakerenin’ IMF konusunda olması gafletin boyutlarını da göstermektedir. Böylelikle, iki partinin de alkışlarıyla ülke ekonomisi IMF’nin kontrolüne sokulur!
Rusya’yı da, Yeltsin yönetiminde iken IMF’nin ağına düşüreceklerdi fakat millî vasfını koruyan Rus istihbaratı duruma el koydu ve bunu önledi. Rus istihbaratı Yeltsin’i iktidardan uzaklaştırdı ve devletin başına Putin’i getirdi. Putin IMF ile anlaşmak yerine, 45 yıl kemerleri sıkmayı tercih etti ve Rusya bugünkü gücüne ulaştı. Biz ise, Batı’nın reçetelerini uygulaya uygulaya işte bu hâle geldik.
1980 öncesinde CHP milletvekili olan Engin Ünsal, Prof. Niyazi Berkes’in “Unutulan Yıllar” kitabını okuduktan sonra, şu tespiti yapmış: “Atatürk dönemi boyunca doğru bir çizgi izleyen ve doğru şeyler yapan CHP, Atatürk’ün ölümünden sonra yaşanan Millî Şef döneminde büyük yanlışlar yaparak, bu yanlışların mirasını günümüze kadar taşımıştır. Bütün CHP’liler ve ülkemizde siyaset yapanlar “Unutulan Yıllar” kitabını mutlaka okumalı ve kendilerini sorgulamalıdırlar.”
Günümüzde bile ‘görünmeyen eller’ bu gerçeklerin bilinmesini engellemektedir. Hâlbuki, bunlar bilinmedikçe, Batı’nın vesayet zincirleri kırılarak, devlet yönetimine millî hassasiyeti yüksek, ehliyetli kadroların getirilmesi ve millî bir ekonominin kurulması mümkün değildir.
Bir eleştiri: Almanya Cumhurbaşkanı’nın ülkemizi ziyaretlerinde ‘insan hakları ihlâlleri ve özgürlüklerin kısıtlanması’ konusundaki eleştirileri iktidara muhalif çevrelerde takdirle karşılandı. Bize göre Almanya Cumhurbaşkanının bu yaptığı büyük bir nezaketsizliktir. Biz Almanya’nın bir eyaleti değiliz. Benim ülkemde, bir yabancı böyle bir üslup kullanamaz. Ayrıca Ergenekon ve Balyoz diye adlandırılan, ‘insan haklarının ve özgürlüklerin’ ayaklar altına alındığı ‘Ordumuza Kumpas’ davalarının Batı’lı ‘dostlar’ tarafından nasıl desteklendiğini de hatırlatırız!

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678