Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (III)

Sultan Abdülhamid’in takip ettiği dış siyaset, o güne kadarki en millî ve en akılcı dış siyasettir. İngiltere’ye güvenmeyen Abdülhamid, Rusya’nın husumetini çekecek bir siyasetten titizlikle kaçınmış ve Almanya ile ilişkilerini geliştirmiştir. Ancak Abdülhamid, Almanya konusunda da ihtiyatlıdır. Şu tespitlerindeki yüksek millî hassasiyete bakar mısınız: “Berlin sefirimizden öğrendiğime göre, Kayser, Anadolu’da Almanları tutan bir muhit yaratmak istiyormuş. İktisadî vaziyetimizi düzeltebilmek için Almanlardan istifade etmeyi doğru buluyorum. Fakat Alman gazetelerinin yazdığı ve arzu ettiği gibi, Bağdat demiryolu üzerinde Alman kolonilerinin kurulmasına gelince, katiyen taraftar değilim. Dedelerimizin pek çok fedakârlık yaparak elde ettikleri bu toprakları, Alman kolonilerine terk edebileceğimizi zannediyorlarsa aldanıyorlar. Anadolu yalnız bize aittir. Pek çok yerden itilip kakıldıktan sonra buraya yerleşen din kardeşlerimize bu son mercilerini muhafaza edeceğiz” (Nurer Uğurlu, “Abdülhamid’in Hatıra Defteri” s. 300)!
Atatürk de, Sultan Abdülhamid gibi, Rusya ile iyi ilişkiler kurmaya büyük önem vermiştir. Ne var ki, Fevzi Paşa’nın dışındaki mücadele arkadaşları; Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, İsmet Paşa, Bekir Sami Bey ve Refet Bele, ‘bizi yok etmekte kararlı olan’ İngiltere ile işbirliği yapılmasından yanaydılar. Hattâ Ali Fuat Paşa İstiklâl Harbi sırasında, Moskova Büyükelçisi iken, ‘Ankara’dan gizli olarak’ İngiltere ile anlaşmanın yollarını aramıştır. İngiltere’ye güvenen Rauf Bey’e göre ise, “İngiltere, çıkarları gereği, Türkiye’nin tam bağımsızlık içinde yaşamasından ve ilerlemesinden yanadır” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 16)! Hâlbuki, 9 Kasım 1914’te, İngiliz Başbakanı Parlamentoda şöyle konuşmaktaydı: “Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır. Türk İmparatorluğu savaşa girmekle intihar etmiştir” (Avcıoğlu, age. s. 33)! Bizim gaflet içindeki bir kısım aydınlarımız İngiliz Mandası’nı kurtuluş için yegâne çare olarak görürken; İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon 28 Kasım 1919’da “Türkiye için bir İngiliz mandası söz konusu değildir” direktifini vermekteydi (Avcıoğlu, age. s. 221).
Lord Curzon 29 Mart 1920’de, Türk Milleti’ne duyduğu kini şu sözlerle ifade etmekteydi: “Türkler için askerlik mesleği tamamen kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız Lejyonu onları kabul edecektir. Ne var ki, İngiltere, buna dahi karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır. Yeniden Türkiye’de askerî bir dönem açılabilir” (Avcıoğlu, age. s. 106)!
Aydınlarımız işte, Türkiye ve Türkler hakkında bu düşüncelere sahip İngiltere’den yardım ummaktaydılar! Rauf Bey, Bolşeviklere karşı Kafkas Federasyonu kurulmasını önerecektir ki, bu aslında, İngiltere’nin, Millî Kurtuluş Hareketi’ni Sovyet desteğinden tecrit etme plânıdır! Bu menfur plân Atatürk’ün uyanıklığı ile bozulacaktır. Atatürk, bu fikrin Türk Milletinin sonu olacağını, 5 Şubat 1920’de Rauf Orbay’a ve bütün komutanlara bildirir.
Refet Paşa da, Türkiye ve İngiltere’nin pek çok ortak çıkarları bulunduğuna ve İngiltere’nin Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına yardımcı olacağına inanmaktaydı. Bu alanda, Türkiye İngiliz sermayesine kolaylık gösterecekti. Sivas Kongresi’nde, açıkça mandayı savunan Refet Paşa, Rus tehlikesini göstererek, Türkiye ile İngiltere’nin bir anlaşmaya varmasını savunuyordu. Türkiye ile İngiltere beraber olurlarsa, İngiliz İmparatorluğu’nun çıkarları korunabilecek; Güneye doğru Slav harekâtına karşı bir set çekilebilecekti (Avcıoğlu, age. s. 240)!
İşte Atatürk’ün dışındaki Millî Mücadelenin önder kadrosunun feraseti buydu! Atatürk’ün ölümünden sonra takip edilen gayrimillî siyasetin sebebi de, ‘İngiltere dost, Rusya düşman’ tarzındaki bu Tanzimatçı anlayışın devlete yeniden hâkim olmasıdır. Hâlbuki, Rusya, İstiklâl Harbi sırasında bize en büyük desteği veren ülkedir. Enver Paşa’nın Anadolu’ya girmek için Rusların ilkbaharda kendisine kuvvet vermesi talebine Rus yetkilisi Karahan’ın, “Bu, Anadolu’da ikiliğe sebep olacak ve ancak İngilizleri sevindirecektir” diyerek Enver Paşa’ya kuvvet vermeği reddettiğini de belirtelim (“Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”, s. 255).
21 Mart 1921’de Moskova ile bir antlaşma imzalayan Ankara, Rusya’nın desteğinden emin bir şekilde Millî Mücadeleyi sürdürme imkânına kavuşacaktır. Bu destek Cumhuriyetin kurulmasından sonraki yıllarda da devam edecektir. Rusya ile 1925’de 10 yıllık bir ‘Dostluk ve işbirliği Antlaşması’ imzalanacak; 1935 yılında bu antlaşma 10 yıl daha uzatılacaktır.
Sovyetler Birliği ile, ‘içişlerine kesinlikle karışmama koşuluyla’ iyi ilişkiler sürdüren Türkiye, ekonomik işbirliği imkânlarını da araştırır. Mayıs 1932’de Başbakan İnönü, Sovyet Kalkınma Modelini incelemek ve destek sağlamak üzere Rusya’ya gider. Rusya’dan 8 milyon dolarlık bir kredi sağlanır. Bu kredi, özellikle ihtiyacımız olan bazı makinelerin alınmasında kullanılacaktır. Bu geziden sonra, Prof. Orlof başkanlığında bir Rus heyeti Ağustos 1932’de Türkiye’ye gelir. Prof. Orlof geliş nedenlerini gazetecilere şöyle açıklar: “Kurulumuz, Rusya’da beş yıllık sanayi programında çalışan, aynı zamanda ikinci beş yıllık bir programı düzenlemek için uğraşan uzmanlardan kuruludur. Türkiye’nin sanayileştirilmesi için düzenlenecek programda çalışmak üzere buraya çağrılmayı büyük bir şeref saymaktayız. Bize verilen ödevin öteki önemli bir noktası da, kurulacak fabrikaların memleket ham maddelerini kullanmasını sağlamak olacaktır’” (Doğan Avcıoğlu, age. s.1386).
Sovyetlerin yardımı ile Birinci 5 yıllık Plân hazırlanır ve 1933 yılında uygulamaya konulur. Çelik ve Kimya Sanayinin temelleri atılır. Savaş yıllarına rastlayan İkinci Beş Yıllık Plân ise, makine sanayi, enerji, maden ve denizcilik sanayilerinin geliştirilmesini ve kimya sanayine hız verilmesini öngörmekteydi.
Atatürk, ‘Rusya düşman, İngiltere koruyucu’ biçimindeki Tanzimat politikasının, bir emperyalizmden kaçarken, daha zorlu bir emperyalizmin ağına düşmek olduğunu görmüştür. Bu nedenle bütün yakınlarına ısrarla şu tavsiyede bulunmuştur “Politikamız, bir daha bu iki milleti (Türkiye ile Rusya’yı) karşı karşıya getirmemektir. Bu anlayışla, geleneksel düşman Rusya ve Yunanistan ile ve bütün ülkelerle güvenli dostluk ilişkileri kurar. Ne Rusya ile, ne de İngiltere ile bağlayıcı bir ittifaka yanaşır. Bloklar dışı barış politikası izler. Balkanlar’da ve Orta Doğu’da tarafsız barış bölgesi kurmaya çalışır. İkinci Dünya Harbi’ni kaçınılmaz görünce de ‘Benim dış politikamdan ayrılmayın’ vasiyetini yapar” (Avcıoğlu, age. s. 1697).
Balkan ve Sadabat Paktları, Atatürk’ün Bölge Merkezli bu millî siyasetinin iki büyük eseridir. Atatürk, 1934 yılında Balkan Devletleri ile Balkan Paktı’nı ve 1937’de de 3 yıllık bir çalışmanın sonunda Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı’nın kurar. Paktın imzalanmasından sonra, İran Şahı Atatürk’e bir telgraf çekerek, “İmzacı devletlerin, Atatürk’ün emperyalistlere karşı açtığı mücadele sayesinde var olduklarını ve bu sonucu ona ve Türk Milletine borçlu olduklarını” bildirir (Avcıoğlu, age. s. 1469).
Atatürk’ten sonra, bizi Batı’nın iktisadî ve siyasî vesayeti altına sokan gaflet politikalarını gelecek yazımızda anlatmayı sürdüreceğiz.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678