Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

OSMANLI TÜRK’E NASIL BAKIYORDU? (4)

Osmanlı aydınları, Araplar ve Müslüman Arnavutlar’ın bile bağımsızlık peşine düştüklerini gördükten sonra, artık bu devletin, ‘Osmanlılıkla ya da İslâmcılıkla’ yaşatılamayacağını; devletin ancak Türklüğe dayanılarak devamının mümkün olduğunu tecrübe ile; yaşayarak anlamışlardı. Bunu en iyi anlayanlardan biri olan Mustafa Kemal Paşa, daha l907 yılında, İttihatçı arkadaşları ile yaptığı tartışmalarda şu düşünceleri korkusuzca savunmuştur: “Köhneleşen ve hayatiyetini kaybeden Osmanlı Devleti gövdesi üzerine bir devlet oturtulamaz ancak Türk çoğunluğu üzerine oturtulabilir. Büyük devletler bir tasfiye yapmadan önce, ihtilâl idaresi bunu kendisi yapmalıdır. Meşrûtiyet hürriyetleri gerçekleşince bütün milliyet davaları ortaya çıkacaktı. Avrupa Türkiye’sinde Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve Selânik’e inmek isteyen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile çevrilmiştik. Sırp, Yunan ve Bulgar azınlıkları bizim topraklarda idi. Hepsi birer parça kopararak ana vatan saydıkları topraklara katılmak isteyeceklerdi. Tek, devlete bağlı olanlar Türklerdi. İmparatorluğun paylaşılmasına çoktan karar verilmiştir. Yalnız biz Türkler ezilecektik. İmparatorluğun yıkıntıları altında biz kalacaktık. Hıristiyanlar ayrılacaklar, Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri olacaklardı. Millî bir sınırlanma gerekti. Avrupa yakasında Batı ve Doğu Trakya bizde kalmalı idi. Edirne vilâyetinin kuzey sınırları genişlemeli, Arnavutluk bağımsız olmalı, Avusturya-Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan İstanbul’da bir konferansa çağrılmalı idi. Dava milliyet prensiplerine göre çözülmeli, Anadolu kıyılarına yakın adalar bizim olmalı, yabancılara kalan Avrupa Türkiye’si toprakları ile, bize kalanlar arasında nüfus değişimi yapılmalı, Anadolu güneyinde ise Hatay, Halep ve Musul bizde kalmak üzere gerisi Araplara bırakılmalı idi” (Falih Rıfkı Atay, “ÇANKAYA”, s. 47, 48).
Bu aslında, Atatürk’ün, gelecekte kurulmasını düşündüğü Millî Devlet’in temellerini oluşturacak olan Misakı Millî anlayışının ta kendisiydi! Daha Balkanlar kaybedilmeden, daha Cihan Harbi ile devlet elden gitmeden, genç bir kurmay subay olan Mustafa Kemal kafasında, Misakı Millîyi ve Türk Milliyetçiliği düşüncelerini işte böyle netleştiriyor ve arkadaşlarıyla tartışıyordu. İttihat ve Terakki Partisi’ne ise tam bir kafa karışıklığı hâkimdi. II. Meşrûtiyet’le, azınlıklara verilen haklar, onları devlete bağlayacağına, bağımsızlık isteklerini daha da güçlendirmişti. İttihat ve Terakki Partisi, Türk olmayan milletlerin, kendi millî programlarından hiçbir fedakârlık yapmayacaklarını, Osmanlılığa dayanmanın bir düş olduğunu anladıktan sonradır ki, Türk unsuruna dayanmak yolunu aramıştır.
Atatürk, âdeta, İskender’in Gordion düğümünü kılıcı ile çözmesi gibi, Misak-ı Millî ile, hiçbir geçerlilikleri olmayan, İslâm Birliği, Osmanlıcılık ve Turan düşlerine son vererek Türk Kimliğini esas alarak Millî Devletin temellerini atacaktır. Ancak burada şunu da ifade etmek isteriz ki, bu Millî Devletin kökleri Osmanlı’ya dayanmaktadır. Osmanlı da yanlışlarıyla, doğrularıyla bizimdir. Köklerimizi inkâr etmeyecek; Yahya Kemal’in o müthiş tespitini unutmayarak, “Kökü mazide olan âtiyiz” anlayışını da benimseyeceğiz.
Bu ülkede Türklük Atatürk’le hak ettiği itibara kavuşmuştur. Atatürk’ün büyüklüğünü anlayabilmek için Osmanlı dönemini çok iyi bilmek gerekir. Prof. Faruk Sümer, Anadolu Türklüğünün durumu hakkında bize şu bilgiyi veriyor: “XIX. Asrın ikinci yarısında Anadolu’yu gezen Avrupalılar, yoksul fakat asil ruhlu ve namuslu olarak gördükleri Türk Milleti’nin ölmekte, fena idareciler elinde mahvolmakta olduğunu söylüyorlardı. Yine bu seyyahlara göre, aynı ülkede yaşayan Hıristiyanlar ise müreffeh bir hayat sürmekte, Türklerin nüfusu azalmasına karşılık onlarınki gittikçe çoğalmakta idi” (“Oğuzlar”, s. 216)
Ünlü Romen tarihçisi Jorga’nın, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” isimli kitabının sonunda yaptığı şu tespit de bundan farklı değildir: “Bugüne kadar Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda yaşayan devşirmelerin haleflerinin hükmündeki İstanbul’da ve Rumeli’nin, Makedonya’nın ve Anadolu’nun köylerinde, beş yüzyıldan beri, atalarının cesareti ile kurulan devletin gidişatından tamamen soyutlanmış bir halk yaşamaktadır. Bu halk, Türk halkıdır. Jön Türklerin, misyonlarını yerine getirmek için yapabilecekleri en güzel hizmet, bu gayretli, namuslu, çalışkan ve kanaatkâr, son derece misafirperver, fedakâr ve dindar halkı, tefecilerin ve genelde başka soydan gelen memurların baskısından kurtarmak ve Fransızca kitaplar okumasa, gazete çıkarmasa ve mecliste bir konuşmanın ne anlama geldiğinin bilincinde olmasa da, bu halka tarihi rolünü geri vermektir” (Jorga; Cilt 5, s. 525).
Jorga İttihatçılardan bunu beklemişti fakat ne yazık ki, onlar koca bir imparatorluğu tarihe gömdüler ve bu milleti yok olmanın eşiğine getirdiler. Devşirmelerin ‘Etrak-ı bî idrak’ yani, ‘İdraksiz Türkler’ diye aşağıladığı; emperyalist devletlerin Balkanlardan sonra Anadolu’dan da sürmeye kalktığı Türk Milleti’ni yeniden ayağa kaldıran, hâkimiyetin sahibi yapan, bütün dünyanın saygı duyduğu bir millet hâline getiren Atatürk’tür. Fakat ne yazık ki, O’nun ölümünden sonra ülke yönetimine hâkim olan Tanzimatçı anlayış, devletimizin yeniden Batı Emperyalizminin hegemonyasına girmesine sebep olmuştur.
Atatürk, milleti, geri bir hayat yaşamaya mahkûm eden din istismarcılarına karşı açtığı savaş nedeniyle din istismarcılarının büyük tepkisini çekmiştir. Bunların, yürüttükleri sistemli bir kara propagandadan etkilenerek Atatürk’e cephe alan vatansever vatandaşlarımızın, Atatürk’ü tanıdıklarında, hayatını millet için fedakârca harcayan, Türk Milleti’nin evlâdı olmakla övünen bu büyük insan hakkında çıkarılan çirkin iftiralara inandıkları için pişman olacakları muhakkaktır.
Sofya’da şahit olduğu bir hadise üzerine söyledikleri, O büyük insanın, bu millete karşı ne yüce duygular içinde olduğunun çok anlamlı bir örneğidir.
Atatürk Askerî Ataşeliği sırasında, bir gün Sofya’da, hafta sonlarında müzik de olan bir pastanede oturmuş, orkestrayı dinlemektedir. O sırada bir Bulgar köylüsü gelip yanındaki masaya oturur ve garsonu üst üste çağırmasına rağmen garson onu önce önemsemez, sonra da servis yapmayı reddeder. Tartışırlar! Gazinonun sahibi gelir ve köylüye çıkıp gitmesini söyler. Köylü, “Beni buradan atmaya nasıl cesaret edersiniz, Bulgaristan’ı benim çalışmam yaşatıyor, benim tüfeğim koruyor” diye diklenir. Bunun üzerine polis çağırırlar fakat polis de köylüden yana çıkar. Köylüye pasta ve çay getirmek zorunda kalırlar. Köylü pastayı yedikten sonra hesabı ödeyip çeker gider. Mustafa Kemal bu olayı arkadaşlarına anlatırken Köylü memleketin efendisi durumuna geçmedikçe Türkiye’de gerçek bir ilerlemeden söz edilemez. Kafasında, ilerideki slogan böylece filizlenmiştir: “Köylü Milletin Efendisidir!” (Kinross, “Atatürk”, s. 111).
Atatürk’ün, Yalovalı çiftçi Halil Ağa’nın başına gelenlere gösterdiği tepki de, bu bakımdan ilginç bir örnektir. Yalova yakınlarında tarlasını süren Halil Ağa isimli bir köylünün, çiftinin birinde öküz, diğerinde bir eşeğin bağlı olduğunu gören Atatürk bunun sebebini sorar ve köylünün vergi borcunu verememesi sebebiyle öküzünün birinin vergi memurları tarafından satıldığını öğrenir. Bir insanın elinden üretim aracının alınmış olmasını hayretle karşılayan Atatürk, Halil Ağa’yı Florya Köşkü’ne getirtir ve İstanbul’da hükümet erkânından kimler varsa onları da Köşk’te toplar. Halil Ağa’ya başından geçenleri anlattırır. Atatürk’ü daha da hayrete düşüren şey köylünün bu olay karşısında bile devletini savunmasıdır! Köylünün devletine bu bağlılığı, Atatürk’ü hem sevindirir hem de üzer. “Efendimizin hâlini gördünüz beyler? Devlet size böyle davransa ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında adam olmak bize düşüyor” diyen Atatürk, Başvekil İsmet Paşa’ya dönerek şunları söyler: “Biz Cumhuriyet’i süs olsun diye yapmadık, halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetin valileri var, kaymakamları var, bunlar Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli! Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyorlar. Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktadırlar. Halil Ağaların başına gelenler hükümete ve Büyük Millet Meclisi’ne ulaşmıyorsa tehlike var demektir!” ./…

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678