Bu yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihe gömen ve millet olarak da bizi, yok olmanın eşiğine getiren Birinci Dünya Harbi’nin yüzüncü yıldönümüydü. Bugün bile hâlâ, bu harbe girmemizin kaçınılmaz olduğunu; hattâ Atatürk’ün de harbe girilmesinden yana olduğunu iddia edenler var.
Şunu hemen belirtelim ki, Atatürk kesinlikle bu harbe girilmesine karşıydı. Nitekim, Askerî Ateşe olarak bulunduğu Sofya’dan, İstanbul’daki Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği bir mektupta, “İki cephede savaşan Almanya’nın mutlaka yenileceğini; Almanya’nın yanında harbe girilmesinin delilik olacağı” tespitini yapmıştır (Tek Adam, Cilt I, s. 217).
Düyûn-i Umûmiye (Genel Borçlar İdaresi) Başkanı Sir Adam Block da, Türk arkadaşlarını Alman ve İngiliz emperyalizmi konusunda şu sözlerle uyarmaktaydı: “Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa, mahvoldunuz!”
Nitekim, İttihatçı hükümetin savaş kararı almasından sonra, kapitülâsyonları kaldırmamıza en büyük tepkiyi, müttefikimiz Almanya gösterecektir!
O dönemi bizzat yaşayan; hem Talât Paşa’nın ve hem de Cemal Paşa’nın maiyetinde bulunmuş olan Falih Rıfkı Atay, bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “Artık bütün belgeler elimizdedir. Bu belgelerden anlaşılıyor ki, bizim için Birinci Dünya Harbi’ne girmemek, İkinci Dünya Harbi’ne katılmamak kadar kolaydı” (“Çankaya”, s. 117)!
Doğan Avcıoğlu da, İttihatçı liderlerin aymazlığı hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: “İttihatçı liderler, savaşa girmeye kararlıdırlar. Yalnız, başlangıçta Bulgaristan’ın ittifakını sağlamak ve iyice hazırlanmak için, savaşa 1915 baharında girilmesi düşünülür. Fakat savaşın çok çabuk biteceğine inanan Enver Paşa, yağmadan pay alabilmek için bir an önce savaşa girilmesinden yana olur. Bunun için de, Alman Amirali Souchon’dan Rus limanlarının bombalanmasını ister. Fakat Alman Amirali olumsuz bir sonuçtan çekinerek Enver Paşa’dan yazılı emir ister. Enver Paşa da bu yazılı emri verir” (Avcıoğlu, age. Cilt III, s. 923)!
Diğer taraftan, Anadolu’yu savunmasız bırakmak pahasına, Enver Paşa tarafından, müttefikimiz Almanya’ya yardım için, Avusturya cephesine 120.000 seçme asker gönderilmiştir! Sadece Galiçya’da 15.000 asker kaybettik! Anadolu çocuklarının, Sina çölünde, Kafkasya’da ve İran içlerinde macera peşinde koşturulmaları da bir başka dramdır.
Mustafa Kemal Paşa’nın, bu harpten yenilgi ile çıkacağımızı görerek, Başkomutan vekili ve Hariciye Nazırı Enver Paşa’ya, Ordunun ve memleketin acıklı ve tehlikeli hâli, Almanların gizli emelleri hakkında, 20 Eylül 1917’de gönderdiği rapor, O’nun askerî dehasının yanında, üstün askerlik ve liderlik vasıflarını da ortaya koymaktadır. Atatürk, bu raporda özetle, “İdarede yaşanan çöküntünün önü alınmazsa ‘büyük saltanat binasının bir gün birdenbire çökebileceği’; askerî siyasetimizin bir savunma siyaseti olması ve ülke dışında bir tek Osmanlı askerinin kalmaması gerektiği; içinde bulunduğumuz bataklıktan, Almanlarla beraber kurtulmak zarurî ise de, Almanların bu zaruretten ve harbin uzamasından faydalanarak bizi müstemleke hâline sokmak ve memleketimizin bütün kaynaklarını ellerine almak siyasetine muarız olduğu” uyarılarını yapmıştır (Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar”, s. 81)!
Harbin gidişi ve sebep olabileceği sonuçlar hakkında böyle bir rapor düzenleyen ve İstanbul’a göndermeye cesaret edebilen başka bir komutan yoktur!
Falih Rıfkı Atay’ın belirttiğine göre, Mustafa Kemal Paşa, felâketli gidişi durdurup, Enver’i iş başından uzaklaştırmak için Cemal Paşa liderliğinde bir “Ordu Hareketi” düzenlemeye çalışmış fakat Cemal Paşa yeter cesareti gösterememiştir (Çankaya, s. 95).
Osmanlı’nın büyük devlet adamlarından Ahmet Cevdet Paşa, devlet adamlarının tarih okumasının önemi üzerinde durur. Tarih bilmeyen devlet adamları tarafından yönetilen bir devletin felâketlerle karşılaşması kaçınılmazdır. Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, hiçbir tecrübeleri olmayan İttihatçılar devlete hâkim olmuşlardı. Sadrazam Talât Paşa bir posta memuruydu; Binbaşı Enver Bey ise, Alay Komutanlığı bile yapmadan Harbiye Nâzırlığı görevine getirilmişti!
AKP iktidarının, Sultan Abdülhamid Han hayranı olduğu ve İttihatçıları hiç sevmediği bilinir. Ancak bu iktidarın uygulamaları, engin bir devlet tecrübesine sahip olan ve devlet kademelerine hep tecrübeli insanları getiren Sultan Abdülhamid’i değil de, sanki, tecrübeleri kıt olan, maceracı İttihatçı zihniyeti örnek aldıkları izlenimi vermektedir!
Ne yazık ki, alınan kararlarda devlet tecrübesi değil de, duygular hâkim olunca, devletimizin geleceği için endişe verici gelişmelerin yaşanılması da kaçınılmaz olmaktadır.
AKP iktidarı, işbaşına gelir gelmez Türkiye’nin onlarca yıllık dış politikasını bir kenara iterek, “Çözümsüzlük Çözüm Değildir” diyerek, Kıbrıs davasını, PKK terörünü ve Ermenistan’la sorunlarımızı çözmeye kalktı. Devlet aklından uzak bu ‘çözüm fantezisinin’ sonuçları meydandadır. Bölücü örgütle, silâh bırakmadan müzakereye başlanmıştır ki, bunun dünyada örneği yoktur.
Yakalanıp ülkeye getirildikten sonra verdiği ifadede “Kürtler Türkiye’de azınlık değildir. Kürt kimliğine gerek yok! Türkmen boyları Anadolu’ya geldiklerinde bir kısmı Kürtleşmiştir. Benim aşiretim Bazuki de aslında Türkmen boylarına kadar gidiyor. Yani Türkmen’dir” diyerek ‘devlete hizmete amade olduğunu beyan eden’ Abdullah Öcalan, bugün ‘Bütün Kütlerin Temsilcisi sıfatıyla’ devletle görüşmeler yapmaktadır! Verilen tavizlerle iyice şımaran ve küstahlaşan PKK ele başıları, ‘Lozan’ın iflâs ettiği’ açıklamasını yapıyorlar!
Bu vatan topraklarının adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu topraklarda tarihen de ‘Kürdistan’ diye bir bölge yoktur. Tarih, ne bağımsız bir Kürt devletinin ve ne de bağımsız bir Kürt Beyliğinin varlığını kaydediyor! Ne vara ki, ‘Açılım Süreci’nin baskısıyla, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, ‘Kürdistan Gençlik Derneği’nin kurulmasında kanunlarımıza bir aykırılık görmüyor!
Amerika, peşmerge kılığındaki PKK’lıları Almanya’da eğitiyor. Eğit-donat anlaşması çerçevesinde, yarın silâhlarını bize doğrultacaklarına kuşku olmayan Barzani’nin peşmergelerini de biz eğitiyoruz! Batılı ‘dostlarımız’, bu iktidarın zaaflarını kullanarak adım adım PKK devletini oluşturuyor!
Kıbrıs’ta iki ayrı devlet hâlinde yaşayan Rumları ve Kıbrıs Türklerini tek bir devlet çatısı altında birleşmeye zorlayan Batılı ‘dostlar’; bize iki ayrı devleti dayatıyor ve biz bu ‘dostlara’ her nedense bir türlü tavır koyamıyoruz !
Halep’te, Esat güçlerine karşı kaybeden OSÖ (Özgür Suriye Ordusu)mensubu 14 bin milis Türkiye yolcusu imiş! Demek ki, sayın Cumhurbaşkanının ‘Kobani’yi bırakın Halep’e bakın’ feryadının bir sebebi varmış! Yeni bir göçmen dalgası daha olabilir deniliyor!
İyi de, Esat muhaliflerini destekleyerek Suriye’nin bu duruma gelmesinin müsebbibi kim? Komşudaki yangına benzin dökenler bu yangının topraklarımıza da sıçrayacağını nasıl düşünemediler?
Bu iktidarın Suriye siyaseti devlet olarak, millet olarak çok büyük bedeller ödememize sebep olmuştur. Zararın neresinden dönülse kârdır. Bir an önce Esat Yönetimi ile anlaşılmalıdır. Bu anlaşma PKK’ya büyük bir darbe olacaktır. Ayrıca, bu iktidarla mümkün değil fakat, Esat’la anlaşılırsa, Suriye’nin imarını da biz yapabiliriz! Yani devletimizin yüksek menfaatleri bize Esat’la anlaşmayı emrediyor.
Peki, aklın yolu bu olduğu halde bu Esat düşmanlığının sebebi nedir?
İsmail Şefik AYDIN
YORUMLAR