Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BUGÜNLERE NASIL GELDİK?

Bu zelil duruma nasıl geldiğimizi anlayabilmek için, sıklıkla tekrarladığımız gibi tarihe bakmak gerekir. Bizi tarihimizden boşuna mı koparmak istiyorlar. Avrupa Birliği temsilcisi Karen Fogg’un şu sözlerini hatırlıyoruz: “Türkleri tarihlerinden koparmalıyız!” Evet, tarihimizde hangi felâketlerin yaşandığını, bunların sebeplerinin neler olduğunu; devlet adamlarımızın gafletini, emperyalist devletlerin entrikalarını; Atatürk’ün büyüklüğünü ve O’ndan sonra yeniden Batı’nın ağına nasıl düşürüldüğümüzü bilirsek, bugün içinde bulunduğumuz felâket durumdan kurtulabilmek için ‘bizi bu duruma düşüren Batılı dostlardan medet ummak gibi’ bir gaflete de düşmeyiz.
1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı ile tarih sahnesine çıkan İttihatçıların basiretsizliği yüzünden önce Balkanları kaybetmiştik ve sonra da imparatorluk elden gitmişti. Birçok ‘tarihçi’ ‘Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmek zorundaydı’ dese de, gerçek öyle değildir. Biz I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda değildik. Açın, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sını, Doğan Avcıoğlu’nun dev eseri Millî Kurtuluş Tarihi’ni; sadece bu iki kitaptan, tarihimizin karartılan bu gerçeğini açık ve net görebilirsiniz. Birinci Dünya Harbi’ne girişimiz tamamen Enver Paşa’nın bir oldubittisidir. Enver Paşa’nın kanaatine göre, çok güçlü olan Almanya kısa zamanda büyük bir zafer kazanacaktı. Biz de Almanya’nın yanında harbe girersek, ‘parsadan pay’ alacaktık! Ne yazık ki, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olduk; koca imparatorluk buhar oldu gitti. Bugün bu ülkeyi yöneten zihniyet bir türlü idrak edememiş olsa da, Atatürk’ün dehası sayesinde bugün yaşadığımız vatan topraklarını kurtarabildik. Hâlbuki, harbe girilmeseydi, Falih Rıfkı’nın çok inandırıcı delillerle ifade ettiği gibi, imparatorluk en azından Araplarla bir Federasyon olarak devam edebilecekti ve bugün, bunun ne kadar mantıklı bir tasavvur olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Zira, Osmanlı’dan koparılan Arap coğrafyasının, ‘Türkler bu coğrafyadan dışlanmak suretiyle’ emperyalizmin nasıl bir oyun alanı hâline getirildiğini, nasıl bir kan gölüne dönüştürüldüğünü, kendi ülkemizin de nasıl bir kaosa sürüklendiğini görüyoruz. Fakat bütün bunlar önlenebilirdi. Ne yazık ki, bunları önleyebilecek yegâne devlet olan Türkiye, Atatürk’ten sonra Batı’nın vesayetine sokularak, madden ve manen bu coğrafyadan uzaklaştırılarak, Batı ile bütünleşmek maskesi altında millî refleksleri âdeta felç edilerek emperyalist senaryolar kolaylıkla uygulanabilmiştir.
Türkiye’nin bölgeden kopartılarak, Batı’nın vesayetine sokulması için, “Atatürk de Araplardan uzak durulmasını istiyordu” yalanı ve “Araplar bizi I. Dünya Harbi’nde arkadan vurdu. Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” gibi melûn söylemler büyük bir ustalıkla kullanılmıştır. Hâlbuki, Atatürk, 3 yıllık bir hazırlık çalışmasından sonra 8 Temmuz 1937’de, o günün bağımsız Müslüman devletleri olan İran, Irak ve Afganistan ile Sadabat Paktı’nı kurmayı başarmıştı. O tarihte Mısır’ın İngiliz mandası, Suriye’nin ise Fransız mandası altında olduğunu hatırlatalım. Atatürk yaşasaydı Sadabat Paktı’nın bu ülkelerle daha da güçleneceği muhakkaktı. 1936 yılında Suriye Başbakanı Cemal Merdam’a söylediği şu sözler O’nun bölgeye duyduğu muhabbetin bir kanıtıdır: “Ben önce Anadolu’yu kurtarmak zorundaydım. Ama şimdi artık din kardeşlerimize yardım edecek duruma geldik. İcap ederse Fransızlardan kurtulmanız için ordumuzla yardımınıza geliriz!”
Atatürk’ün bölgemize bakışı işte buydu. ‘Dindar’ geçinenler eli ile ne hâle geldiğimiz meydandadır!
Atatürk Millî Mücadele döneminde bile Suriye ve Irak’taki Millî hareketleri desteklemişti. Hattâ bu konuda Kâzım Karabekir Paşa ile aralarında önemli bir ihtilâf da çıkmıştı ki, bunu Kazım Karabekir Paşa’nın İstiklâl Harbimiz kitabından öğreniyoruz. 20. kolordu Komutan vekili Mahmut Bey ve Mustafa Kemal imzaları ile “Halep’te Teşkilâtı Milliye Riyasetine, Suriye ve Filistin Müdafaai Kuvvayı Osmaniye Heyeti Umumiye Riyasetine” çekilen 15/16 Şubat 1920 tarihli şu telgraf da Anadolu ile Suriye ve Irak’taki Millî Hareketler arasındaki irtibatı göstermektedir: “Mektubunuzda Suriye, Irak ve Türk C.K.S…larını kurtararak bir konfederasyon teşkil eylemek veyahut gelecekte kararlaştırılacak tarzda bir irtibat tesis eylemek üzere birlikte hareket etmesi bildirilmiş ve biz de bu tekliflerinizi kabul ederek, ayrıntılı talimat göndermiştik….” Telgrafta daha sonra, Türk ve Arap milletlerinin arasına girmiş olan Fransız ve Ermeni işgal kuvvetlerinin seri bir şekilde bertaraf edilmesi ve düşmanın taciz edilmesi üzerinde duruluyor. Kâzım Karabekir Paşa, 22 Şubat tarihli telgrafı ile Arabistan’ın kurtuluşu ile bilfiil meşgul olunmasının doğru olmadığını bildiriyor ve bunun Fransa’nın düşmanlığına sebep olacağı üzerinde duruyor. Mustafa Kemal Paşa ise 23 Şubat tarihli cevabî telgrafıyla, Suriye’de ve Irak’ta hâkim ve etkili olduğumuzu Fransa’nın bilmesinin Millî Hareketin başarısı için önemli olduğunu hatırlatıyor (“İstiklal Harbimiz”, s. 452, 454).
Atatürk’teki şuûru görüyor musunuz? Kâzım Karabekir Paşa, ‘Aman Fransızları kızdırmayalım’ endişesi içinde; Atatürk ise, ‘Hayır’ diyor ve Karabekir Paşa’yı, Araplar üzerindeki bu hâkimiyetimiz Fransa’yı hizaya sokacaktır’ diye uyarıyor! İsmet Paşa’nın da, ‘Fransa ile savaşmak zorunda kalırız’ korkusu ile Atatürk’ün Hatay politikasına karşı çıktığını hatırlatalım! Ne yazık ki, İstiklâl Harbimizi büyük Zafer’le sonuçlandıran Atatürk, Musul’u alamamıştır. Bunun başlıca sebebi ülkede yaratılan siyasa kargaşadır. İstiklâl Harbi komutanlarının, zaferden sonra ülkenin barışa ve huzura ihtiyacı olan bir dönemde, Atatürk’e karşı cephe alarak, Kâzım Karabekir Paşa’nın Başkanlığında İttihat ve Terakki Partisi’nin ülkedeki artıkları ile 1924 yılında ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarak ülkeyi gereksiz bir siyasî çekişmenin içine çekmeleri; bu arada ‘İngiliz parmağı ile’ önce Nasturi isyanının, daha sonra da 1925 yılı baharında Şeyh Sait isyanının çıkması; yine eski İttihatçıların sahnede olduğu 1926 yılında, İzmir’deki Atatürk’e Suikast teşebbüsünü de hatırlamak gerekir. İşte Musul bu şartlarda, ‘İngilizlerin kurmayı tasarladıkları bir Kürt devletinin çekirdeği olmak amacıyla, otonom bir bölge olması ısrarına rağmen’, Türkiye’nin bastırması ile 1926 yılında İngilizlerle yapılan bir antlaşmayla Irak Devleti’ne bırakılmıştır.
Altını tekrar çiziyoruz: Musul Irak Devleti’ne bırakılmıştı. Bugün ise Irak’tan, Sünnî, Şiî ve Kürt Devleti olmak üzere üç devlet çıkarılmaktadır! Artık ortada Irak Devleti diye bir şey kalmamıştır. Bu nedenle, hem bu toprakların eski sahibi olarak, hem de Türkmen varlığı sebebiyle söz hakkımız vardır. Fakat gelin görün ki, bunu talep edebilecek bir iktidar yoktur!
Bugün ne yazık ki, ‘Sünnî fanatizminin’ bölgemizde estirdiği bir terör fırtınasını yaşıyoruz. Bu vahim tablo, devletimizin kuruluşunda temel ilke olarak kabul edilen ‘Herkesin inancına saygılı’ bir lâiklik anlayışının ne kadar önemli olduğunu hepimize göstermiş olmalıdır. Atatürk, bölgemizin iki büyük Sünnî ve Şiî devleti olan Türkiye ve İran arasında çok sağlam bir dostluk temeli atmış; bununla yetinmeyerek, emperyalist devletlerin, din istismarcılarının ve bağnazlığın körüklediği mezhep çatışmalarını da sona erdirecek bir dostluğun Şiî İran ile Sünnî Mısır arasında da gelişmesini arzu etmişti. İran Sarayı’ndan Prenses Fevziye ile Mısır Kralı Faruk’un evliliklerinde, Dışişleri Bakanımız Tevfik Rüştü Aras’ın aracılığının sebebi budur. Günümüzde ise, bu iktidar, açıkça Sünnî fanatizmini tetikleyecek bir siyaset sürdürmektedir! Hatırlanacağı gibi Ermenistan Azerbaycan topraklarını işgal ettiğinde o zaman Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal “Onlar Şiî, biz Sünnî’yiz” diyerek bu vahim anlayışı açığa vurmuştu. Bugün de AKP iktidarının aynı siyaseti sürdürmesinin acı meyveleri işte birer birer önümüze konulmaktadır. Bu bağnaz Sünnîciliğin Millî Birliğimizi de tehdit ettiği artık görülmelidir..
CUMHURBAŞKANLIĞI: Muhalefet Cumhurbaşkanı adayını sayın Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu olarak açıkladı. Sayın İhsanoğlu, partiler üstü bir kimliğe sahip saygın bir bilim adamı. Gerçekçi düşünüldüğünde, ülke olarak içinde bulunduğumuz şartlar dikkate alındığında, makûl bir isim olduğu görülecektir. AKP sözcülerindeki panik de bu ismin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Muhalefet AKP’yi ters köşeye yatırmıştır. Gerginlik siyasetinden ve din istismarından nemalanan Başbakanın sayın İhsanoğlu karşısında işi gerçekten zordur. Çünkü sayın İhsanoğlu ucuz polemiklere çekilemeyecek ve Başbakanın elinden din silâhını çekip alacak çapta dinî birikimi olan bir isimdir. Bize göre, sayın İhsanoğlu’nun seçilmesi ile ülkemizde normalleşme dönemi de başlayacaktır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678