Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BİR FRANSIZ GAZETECİNİN HATIRALARI (2)

Türk Milleti’ne ‘Soykırımcı’ yaftasını yapıştırmak isteyenlere, bu yalanlara inanarak, Soykırımcı korosuna katılan gafil aydınlarımız ve siyasetçilerimize bu coğrafyadaki halkların, bin küsur yıl Türk Barışı altında huzur içinde yaşadıklarını hatırlatmak isteriz. Bunu, bir Fransız gazeteci bile tespit edip, hatıralarında yazmak erdemliliğini göstermiş. Tabiî ki, bu gerçeğin, Millî bir eğitim ve öğretim siyaseti ile vatandaşlarımıza anlatılması bu devletin görevi olmalıdır. Fakat ne yazık ki, bunun lâyıkı ile yapıldığını söylemek mümkün değil!
Mismer’in 150 yıl önce, Irak ve Suriye konusunda yaptığı şu değerlendirmeler de, âdeta, ‘Emperyalist Osmanlı’ suçlamalarına bir cevap niteliğinde: “Türkler Araplara daima saygı göstermişler, kendilerine (kavm-i necip=Soylu millet) demişlerdir. Hilâfeti Mısır Memlûk devletinden almış olmalarına rağmen, asıl sahibinin Araplar olduğu kanaatini her zaman muhafaza etmişlerdir. Mekke ve Medine gibi, İslâm Dünyasının mukaddes beldelerinin idaresini de Peygamber soyundan asîl ailelere bırakmışlar, bunlara imtiyazlar tanımışlar, her sene çok değerli hediyeler göndermişlerdir. Devletin ele aldığı büyük imar hareketlerinde Arap şehirleri Anadolu’dan önce nimetlerden faydalanmıştır. Anadolu’nun doğusu gözden düşen Osmanlı devlet adamlarına âdeta sürgün yeri sayıldığı hâlde, Bağdat, Basra, Şam, Halep, Beyrut, Musul gibi merkezler itibar görmüşlerdir. Arapların kendilerine has yaşantıları vardı. Dillerini ve geleneklerini titizlikle koruyorlardı. Şam’daki Fransız Başkonsolosunun yardımıyla ileri gelenlerin çoğuyla konuştum. Türkler için: “Nasıl olsa bir gün gidecekler” diyenlerine rastladım. Bunlar daha çok Fransız mekteplerinde okuyan ileri gelen ailelerin çocuklarıydı. Fakat asıl halk, Türkleri beğeniyor, hattâ seviyordu. Çünkü Osmanlı idaresi âdil ve haktanırdı. Bu bağlılığı Irak’ta daha derinleşmiş buldum. Irak’ın çok yerlerinde de, Osmanlılar gibi başka milletlerle karışmamış daha saf Türk Boyları yer yer kümeleşmişti.”
Şarl Mismer’in yaptığı bu tespitler gerçekten çok değerli. Tanzimat Döneminde ve sonrasında açılan yabancı okulların, Arap aydınlarını nasıl Türk düşmanı hâline getirdiklerini açıkça görüyoruz. Fakat ne hazindir ki, milletimiz bu bilgilerden mahrum bırakılmıştır.
Bu arada, biz de, bu coğrafyadaki Türk varlığı hakkındaki şu bilgiyi tekrar hatırlatmak isteriz: Türkler, Halife Mutasım (833-842) devrinde, Abbasî İmparatorluğu ordusunun en değerli askerleri durumuna gelmişlerdir. Mutasım’ın annesi Türk’tü ve kendisi de mizaç ve karakter olarak Türklere benziyordu. Bu sebepten, selefî Memun’un İranlılara meyli olmasına rağmen o, Türk’lere zaaf derecesinde bir sevgi ile bağlıydı. Devleti Türk askerleri ve bürokratlarıyla yönetti. Mutasım’ın ölümünden sonra, Türk’lerin itibarı daha da arttı. Bağdat Türk hassa askerleri arasında önemli bir mevkiye gelen Tolun adlı bir Türk komutan Mısır valisi olur. Türk komutanların çocukları önemli valiliklere tayin edilirler. Örneğin, Boğa’nın oğlu Musa Rey/İran valiliğine; Bayıkbey İskenderiye; Berka Libya valisi; Amacur el Türkî Şam valisi; Kundacıkoğlu İshak ise Musul valisi olur. Tolun Bey ölünce yerine, geçen oğlu Ahmet, Mısır’da Tolunoğlu devletini kurar. Bu devlet 905 yılında sona ermiş ve yerine Türk Ihşıdiler devleti kurulmuştur. Bilindiği gibi, daha sonra, Mısır’da yine bir Türk devleti olarak Memlûk Devleti kurulacaktır. Yavuz Selim 1516’da Memlûk ordusunu yenerek, bu defa Osmanlı hâkimiyetini sağlayacak; bu coğrafyadaki Türk hâkimiyeti, başka bir hanedanla devam edecektir.
Bu coğrafyadaki Türk hâkimiyeti hakkında, Prof. Halil İnalcık da şu bilgiyi vermektedir: “1055’te Bağdad’da Abbasî halifesi, İslâm ülkelerinin idaresini resmen Selçuklu Sultanı Tuğrul’a bırakmış, bundan sonra İslâm dünyası çoğunlukla Türk hanedanlarının idaresinde yaşamıştır” (‘Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı’ s. 13).
Mismer hatıralarında, Lübnan hakkında şu tespitleri yapıyor: “Lübnanlılar büsbütün başka ırk idiler. Çoğu Hıristiyan’dı. Marunîler, Nasturîler, Dürzîler beldenin muhtelif yerlerinde yaşıyorlardı. Zaman zaman aralarında çok kanlı çatışmalar oluyordu. Osmanlı idaresine düşen vazife ise aralarını bulmaktı. Türkler bu mıntıkada Jandarma vazifesi görüyorlardı.”
I.Dünya Harbi sırasında, Cemal Paşa’nın Karargâhında görevli olarak Filistin’de bulunan Falih Rıfkı Atay da, “Zeytindağı” isimli kitabında benzer tespitleri yapmaktadır. Falih Rıfkı “Biz burada tarla bekçiliği yaptık” demektedir.
Mismer, Mısır hakkında yaptığı değerlendirmede, “Bir bakıma Osmanlı Padişahları, hâlâ Hidivleri tayin etme yetkisine sahip idiler amma, bu sözde hâkimiyet, Kahire Sarayını saltanat kavgalarından uzak tuttuğu için Kavalalı oğullarının da işine geliyordu” demektedir. Görüldüğü gibi, 1868 yılında, Osmanlı’nın Mısır’da sözde bir hâkimiyeti bulunmaktadır!
Mismer daha sonra şu hazin tespitleri yapıyor: “Yavuz’un ülkeyi kendilerinden aldığı Memlûkler’in, kalabilmiş ileri gelenleriyle de tanıştım. Napolyon’u bozuna uğratan meşhur Murat Bey’in oğul ve torunları bunlar arasında idi. Kafkasyalı ve öz Türk idiler. Ne garip! Asırlardır Türk, Türk’le dövüşüyordu. Yavuz’un tahtından ettiği Şah İsmail de onun kadar Türk’tü! O kadar ki, Yavuz Farsça şiirler yazarken, Şah İsmail ona Türkçe karşılık veriyordu. Bu inanılmaz hakikati büyük âlim Ahmet Vefik Paşa’dan dinlemiştim (“Bilinmeyen Tarihimiz”, s.333)
Şarl Mismer’in dikkat çektiği bu hadiseler, tarihimizin acı gerçekleridir. Osmanlı sadece, Türk Devletleri olan Safevîlerle ve Memlüklerle savaşmadı; Türk Devletleri olan Karakoyunluları ve Akkoyunluları da tarih sahnesinden Osmanlıların sildiğini hatırlatmak isteriz. Keza, Timur da, Altın Ordu Hanlığını yenerek, bir Rus Devletinin gelişmesine bilmeden hizmet etmiştir.
Şarl Mismer’in, İstanbul’dan ayrılırken, kendisine yol arkadaşı olarak tayin edilen, Kırım savaşına katılmış Emin Çavuş hakkındaki şu düşünceleri de, Batılıların ‘Barbar Türk’ anlayışını yerle bir ediyor: “Anlıyordum ki, bu altın kalpli adam benim için ölebilirdi. Vefanın Türklerin başlıca hususiyeti olduğunu kitabının her imkân bulduğu yerinde tekrar eden hemşerim Alfons dö Lamartin haklıdır.”

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678