Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

İSTİKLÂL SAVAŞI MI, İSTİKBÂL SAVAŞI MI?

Sayın Başbakan, 17 Aralık Depremi’nden sonra, kamuoyu desteğine sahip olduğunu göstermek için, ‘Toplu Açılış’ adı altında yaptığı mitinglerde, yolsuzluk iddialarının Türkiye’ye karşı bir komplo olduğunu ve mücadelelerinin bir ‘İstiklâl Savaşı’  olduğunu iddia ediyor. Eğer bir İstiklâl Savaşı veriliyorsa, tabiî ki, bütün millî güçlerin bu savaşta, sayın Başbakanın arkasında olması gerekir. Ancak ortada tuhaf bir durum var. İstiklâl Harbi millî güçlerle verilir. ABD’ye ve AB’ye biat eden, Ordumuza ‘kumpas’ kuran, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ ismine savaş açan,  kendi ‘istikbâlinden’ başka bir şey düşünmeyen  bir zihniyet nasıl İstiklâl Savaşı verebilir?  Sayın Başbakan iktidara geldiği günden bu yana millî güçlere, millî kavramlara  savaş açmıştır. “Bütün milliyetçilikleri ayağımızın altına aldık” söylemi kendilerine aittir. Anlaşılan o ki, zor durumda olan sayın Başbakan, şimdi milliyetçiliği de kullanarak, bu vartayı en az hasarla atlatmak arayışındadır. Fakat bu pek mümkün görülmüyor. Meydanlara  büyük kalabalıklar toplanıyor; o kalabalıklara ‘Türkiye seninle gurur duyuyor’ sloganları attırılarak, moraller düzeltilmeye ve tüm dünyaya, halkın kendi arkasında olduğu mesajı verilmeye çalışılıyor. Ancak şunu hatırlatırız ki, kalabalıklar sadece kalabalıktır; o kadar! 1950 seçimleri öncesindeki CHP’nin son İstanbul mitinginde, İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay, miting meydanındaki muhteşem kalabalığı İsmet Paşa’ya göstererek, ‘İşte İstanbul Paşam’ demiş fakat Demokrat Parti, CHP’yi silip süpürmüştü! Ancak, sayın Başbakanın sözü, özünde doğrudur; Türkiye, yeniden  bir İstiklâl Harbi vermelidir; vermek zorundadır. Şükür Allaha ki, ülkedeki güç dengelerine bakarak, bunu nerede ise imkânsız gibi gören millîci kesimler, 17 Aralık’tan bu yana geleceğe artık daha büyük umutlarla bakmaktadırlar. Çünkü artık iyice su yüzüne çıkan bu çürüme, inanıyoruz ki, ‘başta yüce dinimiz olmak üzere’ her vasıtayı kullanarak, bu yolsuzluk düzenini sürdürenlerin Harun değil, Karun zihniyetinde olduklarının milletimiz tarafından da görülmesini sağlayacaktır. Her şerden bir hayır doğar; bu yaşadıklarımızın, millîci güçlere, bu devletin, Millî Hedeflere göre yeniden teşkilâtlandırılması ve milletin hasreti olan Temiz bir Toplum’a ulaşılması mücadelesinde büyük güç sağlayacağı da muhakkaktır.  Evet, Türkiye Haçlı emperyalizmine ve içimizdeki işbirlikçilerine karşı yeni bir İstiklal Harbi verecektir fakat bu seferki İstiklâl Harbi topla, tüfekle değil, bütün millî güçlerin dayanışması ve güç birliği ile verilecektir. Bu da ancak, Sağ-Sol bölünmesi tuzağına düşmeyen, tarih şuûruna sahip millî güçlerin önderliği ile başarılabilir. Eğer önümüzdeki süreçte, millî güçler inisyatif alamazlar ve iktidar yine emperyalist odakların müdahalesi ile belirlenirse hiçbir şeyin değişmeyeceği iyi bilinmelidir. Böyle bir iktidarda, sömürü düzeni, ‘bu kadar kabaca olmasa bile, hukuka uyuluyor görüntüsü altında’ yine devam edecektir. Türkiye bu çarkı kırmak zorundadır ve kıracak güce de sahiptir. Tarih şuûru olmayan, Batı tipi bir demokrasi hayaliyle sağduyuları kilitlenmiş Batı hayranı aydınlarımız sürekli olarak bireyin özgürleştirilmesinden dem vururlar ve devleti bunun önündeki en büyük engel olarak gördükleri için ‘Kutsal Devlet’ anlayışına da şiddetle saldırırlar. Marks’ın kapitalist devletleri kast ederek söylediği  “Devlet egemen güçlerin baskı unsurudur” anlayışına inanmışlardır bir kere! Hâlbuki Türk Milletinin canını dişine takarak, her şeyini ortaya koyarak emperyalist devletlere karşı verdiği bir İstiklâl Harbi ile kurulan bu devlet ve şehit kanıyla sulanan bu topraklar kutsal olmayacak da başka ne olacak?  Aklı başında her Türk aydınının devletine sahip çıkması zorunludur çünkü Millî ve Güçlü bir devlet yapısı olmazsa; mafyatik güçler her şeye hâkim olur; o zaman da  ne birey haklarından, ne insan haklarından ne de herhangi bir haktan söz edilebilir.  Asıl mesele devletin Millî Güçlerin elinde olması, ülkenin adaletle yönetilmesi ve emanetin yandaşlara değil, ehline verilmesidir. Bir ülkede adaletin, eşitliğin, sosyal refahın ve barışın sağlanabilmesi mutlaka güçlü bir devlet yapısını gerektirir. Atatürk’ün 1931 yılında Adana Türk Ocağı’nda, “Ferdî Hürriyetler ve Devlet Otoritesi” hakkında yaptığı şu tespitlere bakar mısınız: “Hürriyetler hudutsuz değildir; ferdî hürriyet karşısında, fertlerin heyeti umumiyesinin kurduğu ve dayandığı devlet ve onun iradesi ile hâkimiyeti vardır…. Fertlerin hürriyeti, devletin hâkimiyet ve iradesinin saklı kalmasına bağlıdır. Devlet iradesi felce uğrarsa fertlerin hürriyetlerini koruyacak hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz. Binaenaleyh hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraftan düşünmek icap eder… Kendi devletinin kuvvet ve otoritesini hiçe indiren insanlar, nihayet diğer bir devletin otoritesi altına girmek zilletine uğrayacaklarını hatırdan çıkarmamalıdırlar” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar,  s. 443).  Bu ülkede, ‘Seçilmişler Atanmışlardan Üstündür’, ‘Ceberut Devlet’, ‘Devlet Millet İçindir’ gibi demagojik söylemler bir psikolojik harp aracı olarak kullanılmış ve neticede, Millî Bürokrasi kapı kuluna dönüştürülerek, Kuvvetler ayrılığı yerle bir edilerek,  Yargı Bağımsızlığı yok edilerek bugün içinde bulunduğumuz duruma gelinmiştir. Hâlbuki, seçilmişler ne kadar bu ülkenin evlâdları ise, ‘Atanmış’ denilerek küçümsenen bürokratlar da o kadar bu milletin evlâdlarıdır; üstelik bulundukları görevlere onca sınav kazanarak, onca basamağı tırmanarak gelmişlerdir. Millet devletin hizmetindeymiş de, bu iktidar devleti yeniden milletin hizmetine sokmuş! Ortaya saçılan yolsuzluk olaylarından devletin kimlerin hizmetine sokulduğu belli oluyor. Fakat ne yazık ki, hipnoz durumunda bulunan milletimizin büyük çoğunluğunun bunu algılayabilmesi için zaman gerekiyor. Kamuoyunun idrâki ağır işler ancak bu durum bizi umutsuzluğa sürüklememelidir. Yapmamız gereken, halkımızda güven duygusu yaratarak, sabırla, bıkmadan usanmadan gerçekleri anlatmaktır. Uyanan bir kişinin en az on kişiyi etkileyeceği unutulmamalıdır. Eski Danıştay Başkanı sayın Orhan Karakullukçu’nun “Hükümetin önünde engel olmayacağız” sözlerini hatırlıyoruz. Demokrasiyle yönetilen bir ülkede böyle bir şey olabilir mi? Yargının görevi hükümetlerin görevlerini yapmalarını kolaylaştırmak değil,  hükümetlerin icraatlarının yasalara uygun olup olmadığını denetlemektir. Eğer yargı, hükümetin emrine girerse devlet devlet olmaktan çıkar ve bir devlet krizi ile karşı karşıya kalınması kaçınılmaz olur ki, yaşadığımız da aynen budur. İşte isminde ‘Adalet’ bulunan bir partinin iktidarında yaşanan adaletsizlikler gözler önündedir. HSYK’nın yaptığı açıklamadan rahatsız olan sayın Başbakan, HSYK’ya verdikleri yetkilerin yanlış olduğunu, bunu düzelteceklerini söylüyor. Bir devlet deneme yanılma yöntemi ile yönetilir mi? Adlî Kolluk yönetmeliğinde yapılan değişikliğin yürütmesini durduran Danıştay da hükümetin hedefi! Başbakan bu konuda da ‘Gereken yapılacak’ mesajını veriyor! Nacizane önerimiz, Yargının bu ‘başına buyrukluğunun’ önlenmesi ve ‘Millî İrade’nin tam gerçekleşmesi için Halk Jürilerinin kurulmasıdır. Evet, mahkemelere ne gerek var? Kıssadan Hisse: İktidara gelen her partinin devlet kadrolarını kendi yandaşları ile doldurması hâlinde ortada devlet diye bir şey kalmaz. 11 yıllık AKP iktidarı bunu bize açıkça göstermiştir. Bütün bu yaşadıklarımızdan ders alarak, bundan böyle kendi partimiz iktidara geldiğinde her şeyi belirleyecek bir güce sahip olmasının devletimizin sonunu getirecek bir zaaf olduğunu artık anlamalıyız.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678