Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

DİN SÖMÜRÜSÜ NASIL BAŞARISIZ OLUR?

Şunu hemen söyleyelim ki,  pozitif felsefenin etkisindeki aydınlarımız,  din gerçeğine kayıtsız kaldıkça, din sömürüsünün süreceği ve milletçe bunun bedelini ödemeye devam edeceğimiz bilinmelidir. Peki ne yapılmalı? Yapılması gereken, kalpleri bu millet için çarpan, bu milletin çağdaş milletlerin üzerine çıkabilmesini samimiyetle arzulayan  Vatansever ve Halkçı aydınlarımızın, halkımızla bir gönül köprüsü kurabilmeleri için Kur’an’ı  iyice öğrenmeleridir.

Bunun önemini  kendi çevremizde, her zaman tartışıyoruz.  Fakat ne yazık ki, bu millet için gerçekten de çok yüce duygular içinde olan bazı dostlar bile, dinin siyaset alanında kullanılmasına karşı olduklarını söyleyerek; bir Kur’an meali alıp okumanın gereksiz olduğu düşüncesinde ısrar ediyorlar. Hâlbuki, bu ülkede din yıllardır, siyaset alanında çok çirkin bir şekilde kullanılmaktadır! Hem de öyle bir kullanılmaktadır ki, bir türban polemiği ile Millî Ordumuz itibarsızlaştırılmış ve nice partiler din sömürüsü ile iktidar olmuştur.
Dine kayıtsız kalanlar, bunun bedelini hep birlikte ödemekte olduğumuzun farkında değiller!
Din istismarı ile, iktidar olmanın yollarının kapatılmasının yegâne çaresi, aydınlarımızın dinimizi çok iyi öğrenmeleri ve bu sayede, din sömürüsü yapanların,   ikiyüzlülüklerini Kur’an’dan referanslarla  meydana çıkarmaktır.
Sırf lâikliğe aykırıdır diye türbana karşı çıkıldığında, bunun nasıl bir siyasî ranta dönüştürüldüğünün sayısız örneklerini yaşamadık mı? Hâlbuki, Kur’an’ın ruhunu iyice kavramış olsak, din istismarcılarının yaşadıkları hayatın, Kur’an’ın buyrukları ile uzaktan yakından bir ilgisi olamadığını görecek ve halkımıza gösterebileceğiz.
Saygın ilâhiyatçılarımızın, Nur Suresinin 31. âyetinde bahsi geçen örtünme  konusundaki yorumlarından örnekler verilerek; “Türbanın ya da baş örtüsünün, dinimizin bir emri olmadığı; bunun bir gelenek olarak sürdüğü; fakat  kadınlarımızın kılık kıyafetlerine karışmak gibi bir niyetin de olmadığı” anlaşılır bir dille anlatılsaydı, türban böylesine bir rant getirir miydi?
İlk defa, bu referandum propagandası sırasında, muhalefetin bu konuda daha sağduyulu bir tavır içinde olduğunu memnuniyetle gördük. Hatırlanacağı gibi, Ordumuzun kadın personelinin başörtüsü kullanması, askeriyeye bile danışılmadan serbest bırakılmıştı. İktidar çevreleri bekledi ki, muhalefet kesimi bunun üzerine sazan gibi atlasın! Referandumda “EVET” oyları bir türlü yükseltilemediğinden, iktidar bir çare olarak bunu düşünmüş olmalıydı.  Fakat bu defa, beklenen olmadı! İktidar hüsrana uğradı. Türban bu defa tutmadı.
Aydınlarımızın dine bu kadar uzak olmalarının sebebi, yaşanan dinin gerçek Müslümanlık olduğunu zannetmeleridir. Emevîlerin ve Abbasîlerin; Kur’an’ı özünden  uzaklaştırarak, dinimizi bir ritüel dini hâline getirmeleri; dinimizin, Devrimci ve Toplumcu ruhunun kavranmasını önlemiştir. Hâlbuki, Yüce Kitabımız hâşâ, bir felsefe kitabı gibi kabul edilip, okunsa bile, ne kadar devrimci bir  ruha sahip olduğunun anlaşılmaması mümkün değildir. Fakat  ne yazık ki, sadece aydınlarımız değil, inananların çok büyük bir çoğunluğu bile, Kur’an’ın bu devrimci özünden habersizdir. Hem de, Yüce Allah, birçok âyette,  inananları, Kur’an’ı kendi dillerinde okuyarak, aydınlanmaya davet etmesine rağmen!
Dinimizin esası konusunda temel bir bilgiye sahip olmayan aydınlarımızın çok büyük bir  çoğunluğu, geri kalışımızı İslâmiyet’e bağlar. Bu çok uzun boylu olarak irdelenmesi gereken bir konudur. Daha önce de bunun üzerinde durmuştuk. Hattâ yakın zamanda, Şemsettin Günaltay’ın bir tespitini hatırlatmıştık. Şemsettin Günaltay, İslâm ülkelerinin geri kalmasının sebebinin dinimiz değil, “Öğretilen Din”; yani, Emevîlerin ve Abbasîlerin ritüellere indirgediği din olduğunu belirtmekteydi.
Bizim mezhep İmamımız, İmam-ı Âzam  Ebu Hanife’nin, dinimizi, kendi çıkarlarına göre yorumlamaya karşı çıktığı için,  Emevîler zamanında büyük işkenceler gördüğünü ve  Abbasîler döneminde de işkence ile öldürüldüğünü hatırlatalım! Ne yazık ki, itikat İmamımız olan İmam Maturidî’yi de tanımadık. Bize öğretmediler. Bize yüz yılarca, kaderci Eş’ârî okutuldu! Gazalî ve Said Nursî de Eş’ârîdir! Bunlar Muhyiddin İbni Arabî’den beslenmişler. Arabî cüz’i iradeye karşı; kaderci!
İmam Maturidî “Allah  iyi kullarına azap etmez. İyi kulların şefaate ihtiyaçları yoktur” diyor. Hâlbuki, Allah korkusunu ibadetin temeli yaptılar! Kur’an aracıları yasakladığı hâlde, ‘Şeyhinden Şefaat Bekleyen’ Müslümanlar yetiştirdiler!
Spinoza’nın Panteizmi; yani, “Kainatın tamamı Tanrı’dır”  anlayışı Yahudilerden İslâm’a da sızdı;  Vahdeti Vücud adını aldı. Vahdeti vücud;  yani ‘Varlığın Birliği’  anlayışı Kur’an’a aykırı. Kur’an’a göre, Yaratan yarattığı hiçbir şeye benzemez. Yani Allah insanı kendi suretinde yaratmadı.  Böyle bir şey Kur’an’a aykırıdır.
Nur-u Muhammed anlayışı: Hinduluktan uydurulmuş. Allah Peygamberimize, “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” demiş! Yani, bu Kâinat; Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine yaratılmış! Bunu ilk söyleyen kişi Yahudi Haham’ı Kâbul Ahbar. Yemen’den gelmiş bir Yahudi. Daha sonra Muaviye’nin danışmanı olmuş. Bu adam Yahudi kültürünü hadis diye İslâm’a sokmuş!
 Peygamberimizi tanrılaştırıyorlar. Allah eşittir Muhammed diyorlar. Bunların neticesinde, ‘tahrif edilmiş Müslümanlık’ ortaya çıkıyor. Buna inanılması isteniyor!   Biz, “Muhammedün Abduhu ve Resulühü” yani “Muhammed Allah’ın kuludur” diyoruz. Buna rağmen Peygamberi Tanrılaştırıyorlar!
Kur’an gelmeden önce, Tanrı Krallar ve Tanrı İnsanlar anlayışı yaygındı. Asıl varlık alanı olarak gösterilen, “ÖTE DÜNYA” için yaşayan bir ‘DİN’ anlayışı vardı. Gerek eski dinler ve inançlar, gerekse sonradan gelen Yahudilik ve Hıristiyanlık bu ortak ‘DİN’ anlayışının etrafında birleşerek yaşamaya devam ettiler. Kur’an bunların yanlışlığını kökten yıkmak, “Yaratan ile yaratılanı” kesin olarak birbirinden ayırmak, Hazreti Muhammed de dahil, herkesin ‘İNSANOĞLU İNSAN’ olduğunu belirtmek, bu dünyanın insanlar için yaratıldığını ve donatıldığını bildirmek, aklını kullanarak, düşünerek, çalışarak, kimseye kulluk etmeyerek, ‘insan gibi’ yaşanması gerektiğini göstermek için geldi. Kur’an’ın bu tutumu, o zamana kadar, bu dünyayı fâni, geçici, hayal âlemi sayan, aşağılayan ve  insanları “Tanrısal” bilgilerle kandıran bütün “öte dünyacı ve akıl dışı” din anlayışları ile felsefelerini kökten yıkmıştır. Kur’an bunların yerine, akıla, bilime ve dünyevî gerçekliğe dayanan bir “îman” anlayışı getirmiştir.
Peygamberimizin zamanında Kandil kutlaması diye bir şey yok! Sonradan uydurulmuş.
Peygamberimiz “Ben gaybı bilemem”,  “Ben size fayda ve zarar veremem” dediği hâlde, buna aykırı hadisler uydurulmuş! Kur’an Cahiliye Araplarının kader anlayışını kaldırdığı hâlde, Emevîler sonradan, yeniden dine sokmuşlar!
Kur’an baştan aşağı somut gerçekliğe dayanan âyetlerle dolu. Kur’an’a göre, mucize yoktur; yaratılışın bizzat kendisi mucizedir. Güneş, ay, yıldızlar, gece, gündüz,  yer, gök, insan, bitkiler, hayvanlar vs. her şey.  Bunların hepsi Kur’an’a göre, Allah’ın âyetleridir.
Ilımlı İslâm’, Radikal İslâm, Dinci, İslâmcı gibi kavramları hep Batı üretiyor! Kur’an’dan uzaklaşıldığı için, cihadın ne anlama geldiği bilinmiyor!
Kur’an’ bize Adalet Devletini emrediyor. Kur’an’da olmayan bir sözde İslâm Devleti uğrunda,  Müslümanlar, emperyalist senaryoların figüranları durumuna gelerek birbirlerini boğazlıyor!  Aydınlarımız da seyrediyor!
Bu yazdıklarımızı, dinlediğimiz ve okuduğumuz ilâhiyatçılardan derledik.
Bu konuya devam edeceğiz.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678