Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ÇIKIŞ YOLU VAR! (III)

İran’la 1639 Kasrı Şirin antlaşmasından bu yana sınırlarımızın değişmediği yaygın bir söylemdir fakat bu doğru değildir. İran’la 23 Ocak 1931 tarihinde bir sınır düzeltmesi antlaşması yapılmış ve devlete karşı ayaklanan Kürtlerin İran topraklarına sığınmaları önlenmiştir (Bilâl N. Şimşir, “Bizim Diplomatlar”, s. 350).
Lord Kinross, bu konuda şu bilgiyi veriyor: “Ağrı Dağı boyunca Türk-İran sınırı konusunda yapılan görüşmeler bir ara bozulacak gibi olmuştu. Bunun da sebebi iki tarafın da stratejik güvenlik bakımından üzerinde durduğu küçük bir tepe idi (Küçük Ağrı). Lâkin bu ölü nokta, iki devlet başkanının iyi niyeti sayesinde aşıldı. Görüşmeler için Tahran’da bulunan Tevfik Rüştü’nün (Dışişleri Bakanı Aras) Gazi’den aldığı talimat üzerine İran Şahı’nın hakemlik etmesini istemesi İranlıları şaşırtmıştı. Yüksek rütbeli bir kurmay subay haritaları getirerek, İran görüşünü savunmak için Şah’ın önüne yaydı ama o sırada, Şah’ın söylediğini dinlemediğini ve haritaya değil, kendisine baktığını fark etti. Şah subayın sözünü keserek ‘Beni ilgilendiren bir tek şey var; o da Türkiye ile dostluk bağlarımız’ dedi. Bunun sonucunda sınır çizgisi Türklerin lehine olarak dağın sırtını izler şekilde geçirildi. İranlıların da itibarı korunmuş oldu” (Kinross, “Atatürk”,s. 695).
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’e karşı, İran Şah’ı işte bu duygular içindeydi! Sadabat Paktı’nın imzalanmasından sonra, İran Şahı Ankara’ya bir telgraf çekerek, “İmzacı devletlerin, Atatürk’ün emperyalistlere karşı açtığı mücadele sayesinde var olduklarını ve bu sonucu ona ve Türk Milletine borçlu olduklarını” bildirecektir (D. Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1469).
İstiklâl Harbi’ni kazanan Türkiye, bütün mazlûm milletlerin takdir ettiği ve örnek aldığı bir devletti. Fakat Atatürk’ten sonra, Batı’nın vesayetine girilmesiyle başlayan süreçte bu itibar hızla eriyecektir. Hindistan bağımsızlığının sembol ismi Mahatma Gandi bu konuda şu tespiti yapmış: “Biz, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın en güçlü devletlerini dize getiren bir büyük devlet olarak tanıdık. Türk Milleti’nin emperyalistlere karşı verdiği mücadeleden ilham da aldık. Fakat, Atatürk öldükten sonra Türkiye, küçük bir Balkan devleti derekesine düştü” (Necdet Sevinç, Yeniçağ, 22.10.2004)!
Atatürk, İran’ın yüzlerce yıl Türkler tarafından yönetildiğini biliyordu. İran’da devlet kurmuş Gazneliler, Karahanlılar, Harzemşahlar, Büyük Selçuklular, Safeviler ve Safevi iktidarına 1736’da son veren Afşar Beyi Nadir Şah; sonrasında Kaçarlar; hepsi Türk hanedanlarıydı. Selçuklu Devletinin kurucusu Tuğrul Bey’in mezarının, bugün Tahran’ın bir mahallesi hâline gelen, Rey şehrinde bulunduğunu; bugün İran nüfusunun yarısının Türk olduğunu ve İran’ın her tarafında Türkçe konuşarak anlaşabileceğimizi belirtelim!
Atatürk, İran Şahı ile kurduğu güçlü dostluk ilişkilerinin de yardımıyla, Osmanlı döneminde yaratılmış olan kötü izlenimleri silerek, Irak ve Afganistan’ı da içine alan Sadabat Paktı’nı gerçekleştirmeyi başarmıştı. Bu çok önemli bir hadisedir. Bugün ‘Yeni Osmanlı’ hayalleri kuranlar, Atatürk’ün Balkan Paktı’nı ve Sadabat Paktı’nı incelemelidirler. ‘Yeni Osmanlı’ tezi Enver Paşa’nın Turan düşü gibi hayalcidir. Enver Paşa’nın hayalciliğinin bize koca bir imparatorluğu kaybettirdiğini; gerçekçi Atatürk’ün ise bu kutsal vatan topraklarını kurtarmayı başardığını hatırlatalım!
Ahmet Cevdet Paşa boşuna “Devlet Adamları Tarih Okur” dememiş!
Sadabat Paktı’nın öneminin anlaşılabilmesi için her şeyden önce İran’la tarihî süreç içindeki ilişkilerimiz iyi bilinmelidir. Bu iki büyük Müslüman Devlet, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail hadisesinden itibaren yüzlerce yıl süren savaşlar sebebiyle büyük güç kaybetmiştir. Anadolu’nun imarsız kalmasının, halkın büyük sıkıntılar çekmesinin ve Doğu Anadolu’nun İran’la aramızda bir tampon bölge olarak bırakılması sebebiyle bugün karşımıza çıkan Kürt Meselesi’nin temel sebeplerinden biri de budur.
Ahmet Cevdet Paşa, “Cevdet Tarihi” isimli araştırmasında, Rusya’ya karşı İran’la işbirliği yapılmamasını eleştirir. Fransız edebiyatçısı ve devlet adamı Lamartin de, bu konuda şu çok önemli tespiti yapmaktadır: “III. Ahmet döneminde, Osmanlıların, doğaya karşı bir biçimde İran’ın paylaşılması için, Ruslarla anlaşarak Karadeniz’in doğu kıyılarında komşu olmaları, İstanbul’da saf Müslümanların kalbinde acıyla yankılanmış, başka mezhepten fakat İslâm olan bir imparatorluğun parçalanması için Osmanlı Devleti’nin, kâfir Ruslar ile ittifaka girişmesi, Osmanlıların ruhunda isyan rüzgârları estirmişti.” Lamartin’e göre, 1730’daki Patrona Halil isyanının sebeplerinden biri de budur” (Lamartin, “Osmanlı Tarihi, s. 849). Demek ki, Kasrı Şirin’den sonra zoraki bir sınır değişikliği daha olmuş!
Bu paylaşma sonrasında İran büyük bir kaosa sürüklenecek fakat daha sonra İran’ın başına geçecek olan Afşar Türkü Nadir Şah, Osmanlı ordusunu yenerek, kaybettiği toprakları geri almayı başaracaktır. Nadir Şah’ı, İran’ın başına, 1736 yılında İran aşiretlerinin temsilcileri getirmişti. Nadir Şah bu görevi, “Şimdiye kadar felâketten başka bir şey getirmemiş olan Şiîlikten vazgeçilmesi ve Sünnîlerle ortak bir anlayışta birleşilmesini öngören Caferîliğin kabul edilmesi şartı” ile kabul etmişti.
Nadir Şah, Hindistan, Osmanlı ve İran Müslümanları arasındaki mezhep bağnazlığının kalkmasını; Caferîliğe dönülmesini, Sünnîlere iyi davranılmasını istemekteydi. Lamartin bu konuda şu bilgiyi veriyor: “Şiî ve Sünnî dünyasındaki ayrılıkları gidermek için 1743’de, Necef’te Hz. Ali’nin Türbesinde, İslâm Âleminin bölgedeki ileri gelen ulemasını bu amaçla bir araya getirmiş; Osmanlı’ya da bu konunun görüşülmesi için elçiler göndermişti. Ancak Osmanlı, Nadir Şah’ı muhatap bile almadı! Nadir Şah’ın öldürülmesi ile bu tasarı da yok oldu” (Lamartin, age. s. 848).
Ruslar, Nadir Şah’ı öldürterek İran’ı bir kargaşa içine düşürmek suretiyle rahatlarlar fakat Ahmet Cevdet Paşa’nın belirttiğine göre, görgülü ve ileri görüşlü bir hükümdar olan Ağa Muhammed Han, İran’da düzeni yeniden sağlar. Rusya’nın İran ve Osmanlı devletlerinin başına tekrar baş belâsı olmadan yola getirilmesini aklına koyan Ağa Muhammed Han bunu da ancak Osmanlı Devleti’nin yardımıyla başarabileceğini biliyordu. Fakat Osmanlı Devleti İran’la böyle bir anlaşmaya tenezzül etmemiştir (Ahmet Cevdet Paşa, age. Cilt I, s. 173, 179)!
Evet, Osmanlı’nın kibri, İran’ı muhatap almasını engellemiş ve bu gafletin neticesinde Kırım elimizden çıkmıştır!
Ne yazık ki, günümüzde de devam eden bu mezhep bağnazlığının ve bu kibrin faturasını en ağır şekilde ödemekteyiz. Hâlbuki, Müslümanlar arasında, Kur’ân temelinde bir inanç birlikteliği sağlanması için çaba harcanması gerekmez mi? Fakat, işte siyasî ihtiraslar, çıkarlar ve Müslüman ülkeleri kaos içinde yüzdürerek kontrol altında tutmayı amaçlayan emperyalist devletler buna imkân vermiyor!
Çıkış Yolu ararken, din konusu da aslâ ihmal edilmemelidir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678