Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (V)

II. Dünya Harbi öncesinde Rusya, Almanlarla bir saldırmazlık antlaşması imzalayarak tarafsızlığı seçmişti. Türkiye ise, geleneksel tarafsızlık politikasını bırakarak, bir deklârasyonla İngiltere ve Fransa ile ittifak yapacağını açıklamış ve böylece, Rusya ile aramızdaki Dostluk ve İşbirliği Antlaşması’nı ihlâl etmiş ve Almanya ile olan karşılıklı tarafsızlık mutabakatını da bozmuştu. Rusya ile aramızdaki anlaşmaya göre iki ülkeden her biri, diğerinin onayını almadan bir başka ülke ile ittifak anlaşması imzalayamıyordu. Ahmet Şükrü Esmer’in belirttiğine göre, Moskova görüşmelerinde, Stalin, Alman Dışişleri Bakanı’na, Türkiye hakkında ne düşündüğünü sorunca şu cevabı alır: “Türkiye ile dostça ilişkiler kurmak için elden gelen her şey yapıldı. Buna rağmen Türkiye, Almanya’yı kuşatan pakta ilk katılan devletlerden oldu” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1498)!
Türkiye’yi bu ittifaka sürükleyen İsmet Paşa, o tarihlerde Rusya hakkında şu ilginç tespiti yapmaktadır: “Sovyet Rusya, o koşullar içinde bir saldırı niyeti taşıyamazdı. Daha çok, kendisini garanti altına almaya çalışıyordu” (Avcıoğlu, age. s. 1701).
İyi de, o zaman bu ittifak niçin ve kime karşı imzalandı?
Fakat ne var ki, Almanlar Balkanlar’a inince İnönü yönetiminin paçası tutuşur ve bu defa 18 Haziran 1941 tarihinde Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzalanır! Türk-Alman Saldırmazlık Anlaşmasından dört gün sonra Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırır ve dost düşman ilişkileri iyice karışır. Türkiye, ittifak içinde bulunduğu İngiltere ve Fransa ile savaşan bir başka ülke ile saldırmazlık paktı imzalamıştır! Böylelikle hem İngiltere’nin ve hem de Almanya’nın dostu olmuştur!
Atatürk’ün değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, tarafsız kalsaydık neler kazanabileceğimizi şöyle sıralıyor: “Ticaret alanında halkımız teşvik edilecek, yiyecek, içecek, giyecek olarak ne üretebilirse ve üretim ne kadar arttırılabilirse, tarafsız İsveç’in yaptığı gibi, fabrika kurulması ve altınla ödenmesi karşılığında, savaş içinde olanlar tarafından hepsi satın alınacaktı. Zengin olacaktık. Milletlerarası ilişkilerde itibarımız artacaktı. Buna karşılık, İkinci Dünya Harbi’nde halkımız sıkıntılar içinde kaldı, iyi bir ekmek bile yiyemedi. Nihayet ‘müttefikimiz’ İngiltere, bize sormadan On İki Ada’yı Yunanistan’a verdi” (Avcıoğlu, age. s. 1490)!
Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanlar tarafından işgal edilen On iki Ada 1912 yılında Uşi Antlaşması ile İtalyanlara bırakılmıştı. II. Dünya Harbi sırasında bu defa adaları Almanlar işgal etmiş fakat savaşı kaybedeceklerini anlayınca Hitler adaları Türkiye’ye teklif etmişti. Daha sonra Stalin’in de ‘Türkiye’ye yakın olan adaların Türkiye’ye verilmesi’ önerilerine kayıtsız kalınmıştır (Suat Bilge, Cumhuriyet, 18 Şubat 1996)! Hâlbuki, Adalar bizim hakkımızdı. Yunanistan’ın bu adalar üzerinde hukuken hiçbir hakkı yoktu. Buna rağmen adalar Yunanistan’a verildi ve biz seyrettik! 1943 yılı Kasım sonlarında yapılan Tahran Konferansı’nda, Roosevelt’in bile “Girit’in ve On iki Ada’nın Türkiye’ye ait olması gerektiğini çünkü bunların Türkiye’ye çok yakın olduğunu belirttiği bilinmektedir (Avcıoğlu, age. s. 1546)! Doğan Avcıoğlu da, ‘Stalin’in 12 Ada’nın Türklere verilmesi önerisinde bulunduğu’ bilgisine yer vermektedir.
Eğer Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizi kendi ellerimizle bozmasaydık, arkamızda Sovyet desteği olsaydı 12 Ada kesinlikle Yunanistan’a verilemezdi. İngilizler 12 Ada’yı Yunanistan’a bırakmayı uygun gördüler! Çünkü, Türkiye’nin nasıl olsa bir sorun çıkarmayacağını biliyorlardı!
Sultan Abdülhamid’in İngiltere’ye güvenme-mekte ne kadar haklı olduğu meydanda değil mi?
İngiltere ile yapılan ittifakın acı bir bedeli de, 12 Ada’nın ebediyen kaybedilmesidir. Fakat bunun, sonraki yıllarda Batı ile daha da geliştirilen ittifak ilişkilerinin bir neticesi olarak, süreç içinde siyasî, iktisadî, askerî ve malî bağımsızlığımızı kaybetmenin yanında pek o kadar da önemli olmadığını da söyleyebiliriz! Çünkü Batı ittifakı Batı’nın hep kazanmasına Türkiye’nin ise hep kaybetmesine endekslidir.
27 Mayıs’tan sonra, Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Kruşçev, 28 Haziran 1960 tarihinde İhtilâl’in lideri Cemal Gürsel’e yazdığı mektupta, hepimizi uzun uzun düşündürmesi gereken şu acı sitemi yapmaktaydı: “Eğer, Türkiye tarafsızlık yolunda kalmış olsaydı, kuşkusuz memleketlerimiz arasında en içten ilişkiler kurulmuş olacaktı. Bu durum, ülkelerimize yalnızca yararlar sağlayacaktı. Türkiye’nin kendi imkânlarını, büyük giderler gerektiren askerî hazırlıklar için değil, memleket ekonomisinin kalkınması ve halkının refahı için kullanması imkânı doğacaktı” (Avcıoğlu, age. s. 1591)!
Evet, tarafsızlık siyasetinin terk edilmesinin bedelini çok acı ödedik. Hâlbuki, Sovyet dostluğu sürdürülseydi her şey çok farklı olabilirdi. Gerçekten de Sovyetlerle dostluk siyasetini sürdürseydik o kadar büyük bir orduyu gereksiz yere beslememiz gerekmeyecek ve kıt kaynaklarımızdan ekonomik kalkınmaya çok daha fazla kaynak ayırabilecek; millî kalkınmamız kendi kaynaklarımızla sürdürülecek ve Batı’nın vesayetine girmemiz aslâ söz konusu olmayacaktı.
Bugün, iktisadî geriliğimizi eleştirenler, bunu bizim, millet olarak disiplinsizliğimize, beceriksizliğimize, tembelliğimize; II. Dünya Harbi’nde büyük bir yıkıma uğrayan Almanya ve Japonya’nın kısa zamanda kalkınmalarını ise onların disiplinli, becerikli ve çalışkan birer millet olmalarına bağlamaktadırlar ki, bu külliyen yanlıştır. Fakat böyle yaparak, “Biz adam olmayız. Biz işte buyuz” gibi son derece saçma sapan bir anlayışın, bir kompleksin derinleşmesine hizmet ederler. Hâlbuki, bu iki ülkenin de yeniden birer iktisadî güç hâline gelmelerini sağlayan ülke Amerika’dır. Amerika’nın, Marshall Plânı ile asıl amacı Avrupa’nın yeniden ayağa kaldırılmasıydı. Amerika Türkiye’de ise ‘Siz ancak Tarım Ülkesi olarak kalkınabilirsiniz’ diyerek sanayimizin gelişmesini engellemiştir! Diğer taraftan Almanya ve Japonya’ya Amerika’nın sağladığı maddî kaynakların yanında, bu iki ülkenin de orduları olmadığından bütün kaynaklarını ekonomik kalkınmaya ayırmaları mümkün olabilmiştir. Türkiye Batı ittifakının içinde yere alması yüzünden hem büyük bir ordu beslemiş; hem de kıt kaynaklarını en verimli bir şekilde ekonomik kalkınma için kullanmak yerine, ülke gerçeklerine aykırı bir liberasyon siyaseti uygulayarak, 2 yıl içinde bütün döviz rezervlerini tüketmiştir.
Şunu iyi bilelim ki, eğer Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizi kendi ellerimizle berhava etmeseydik, eğer kendi ellerimizle Batı’nın vesayet halkasını boynumuza geçirmeseydik, Plânlı Kalkınma siyasetini sürdürseydik bugün bu ülkede yaşanmakta olan rezaletlerin hiçbirisi yaşanmazdı. Türkiye bugünkü borç yükü altında olmazdı ve bölgenin sözü geçen, itibarlı ve lider ülkesi durumunda olurduk. Aydınlarımızın ve siyasetçilerimizin bunları tartışmayarak, hâlâ daha, ülkenin kurtuluşu için Avrupa Birliği’nden ve Amerika’dan medet ummaları; asıl kurtuluşumuzun, bölge devletleriyle siyasî, ekonomik, kültürel işbirliğini geliştirmek olduğunu görememeleri gerçekten hazindir.

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678