Geçen haftaki yazımızda söz ettiğimiz, aydınlarımızın ‘Orta Doğu Bataklığına Bulaşmayalım’ anlayışı ile belâlardan uzak kalabilir miyiz? Yapılması gereken, Batı’nın vesayetinden kurtularak, bölgenin bir huzur ve refah adası hâline gelmesi için bölge devletleri ile ilişkilerimizi güçlendirmek değil midir? Aydınlar buna nasıl karşı çıkabilir?
Prof. Ümit Özdağ, bazı yazarların “Türkiye, Orta Doğu’da mı diye sorarsanız, Orta Doğu’nun Gaziantep’te bittiğini hatırlamamız yeter” tahlillerini hatırlatarak çok haklı olarak şu yorumu yapmış: “Modern Lawrence’ler sadece yabancılardan çıkmıyor! Türkler arasında da çok Lawrence var” (Yeniçağ, 19.2.2015)! İşte, iktidarın Batı’ya endeksli Orta Doğu siyasetinin ve bu aydın aymazlığının sonuçlarını hep birlikte yaşamaktayız. Eş Başkanı olduğumuz BOP Projesi sayesinde bölgemiz kan gölüne döndü; güneyimizdeki komşularımız artık Barzani ve Kürt kantonları!Hâlâ daha ayıkmayacak mıyız?
Umarız, Vatan Partisi’nin, ‘iktidarın büyük tepki gösterdiği’ Suriye seyahati, bu iktidarın akıl dışı ve gayri millî Suriye siyasetinin sorgulanmasına da vesile olur.
Atatürk’ün Orta Doğu bataklığına bulaşmamıza karşı olduğunu iddia ediyorlar! Peki, 1937 yılında, bir Hindistan gazetesine verdiği mülâkatta söylediklerini ne yapalım? Atatürk’ün, 27.02.1937 tarihinde yayınlanan bu mülâkatı, ‘Kutsal Topraklar’ konusunda ne kadar duyarlı olduğunu bize gösteriyor. Atatürk bu mülâkatta şu çok önemli tahlil ve uyarıyı yapmış: “Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin Musevi’lerin ve Hıristiyanların nüfûzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet’e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazreti Peygamberin son arzusunu yani mukaddes toprakların daima İslâm hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız” (Necdet Sevinç, Yeniçağ gazetesi, 18.05.2005).
Atatürk’ün bölgeye olan ilgisi bu kadar değildi. 3 yıl süren bir müzakerenin sonunda 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın katılımıyla, Tahran’daki Sadabat Sarayında Sadabat Paktı imzalanmıştır. İran Şahı Atatürk’e bir telgraf çekerek, ‘İmzacı devletlerin, Atatürk’ün emperyalistlere karşı açtığı mücadele sayesinde var olduklarını ve bu sonucu ona ve Türk Milletine borçlu olduklarını’ bildirecektir!
1937 yılı Aralık ayında kendisini Çankaya Köşkü’nde ziyaret eden, o tarihte Fransa’nın Manda yönetimi altında bulunan Suriye Başbakanı Cemil Mardam’ı, “Hatay bizim için toprak meselesi değil, namus meselesidir” diye uyardıktan sonra, “Ben önce Anadolu’yu kurtarmak zorundaydım. Ama şimdi artık din kardeşlerimize yardım edecek duruma geldik. İcap ederse Fransızlardan kurtulmanız için ordumuzla yardımınıza geliriz” diyerek, Suriye’ye her türlü yardıma hazır olduğunu belirten de Atatürk’tür!
Yani Atatürk’ün, bölgeden uzak durmamızı öğütleyen bir anlayışı kesinlikle söz konusu değil! Atatürk, Türkiye’nin ancak ‘Arap devletleriyle, emperyalizme karşı dayanışma içinde bulunarak ilerleyebileceğine’ inanıyordu. Eğer Atatürk yaşasaydı, Filistin’de bir İsrail Devleti kurulamaz ve Orta Doğu bir bataklığa dönüştürülemezdi. Çünkü, bağımsızlığına kavuşacak Arap Devletlerinin katılımıyla Sadabat Paktı daha da güçleneceği için, Emperyalist Devletler bu bölgeyi kendi oyun alanları hâline getiremezlerdi! Türkiye’nin Batı ile işbirliği bunu kolaylaştırmıştır.
I.Dünya Harbi’nde, İngilizlerin, bağımsızlık sözü vererek aldattığı Araplar, İngilizlerle birlik olup bizimle savaştılar. Fakat bu ihanetleri, Atatürk’ün onlarla dostluk ilişkileri geliştirmesine engel olmadı.
Atatürk, bin yıl birlikte yaşadığımız Arap milletiyle, kültürel ilişkilerin geliştirilmesine de büyük önem vermiştir. 1932 yılı olmalı; Ankara’ya gelen bir Irak heyeti ile ekonomik ilişkiler üzerinde görüşmeler yapılmaktadır. Atatürk bu vesile ile “Irak’la Türkiye kardeş memleketlerdir. Yıllarca bir arada yaşamıştır. Ne yapıp edip ilişkilerimizi arttıralım” diyerek, orada bulunan Millî Eğitim Bakanı’na, “Bağdat’a Türk tiyatrosu gönderelim” diye emir verir! Bakan bir an ne diyeceğini şaşırır. Devlet Tiyatrosu henüz kurulmamıştı. Yabancı bir ülkeye gönderilecek bir sahne gücümüz yoktu. Bakan “Hangi tiyatroyu göndereceğiz Paşam?” diye sorar. Bundan sonra şu diyalog gelişir: Atatürk: “Ankara’da bir Halkevi var mı?” Bakan: “Evet, var!” Atatürk: “Orada bir temsil oynanıyor mu?” Bakan: “Oynanıyor!” Atatürk: “İşte o Türk tiyatrosudur. Onu Bağdat’a gönderiniz!”
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Raşit Rıza Topluluğu Bağdat’a gönderilir ve orada temsiller verir (Cemal Granda’nın Hatıraları).
Ürdün Emiri Abdullah’ın, 1937 yılı Haziran ayında yaptığı ziyaret Müslüman ülkelerle kurulan sıcak ilişkilerin en güzel örneklerinden birisidir. Cemal Granda bu konuda bize şu bilgiyi veriyor: “Osmanlı’ya karşı ayaklanmayı başlatan Hicaz Emiri Hüseyin’in oğlu olan Emir Abdullah gençliğini İstanbul’da geçirmişti. Atatürk, Cihan Harbi esnasında yaşanan acı hadiseleri unutup Arap ülkeleriyle sıcak ilişkiler kurmak istiyordu. Türkiye’yi ziyaret eden Emir Abdullah, çok güzel ağırlanır ve Türkiye’den Atatürk’e karşı hayranlık ve dostluk duygularıyla ayrılır. Emir, Atatürk’e yazdığı bir mektupla Türkiye’de kendisine gösterilen sıcak kabulden dolayı memnuniyetini bildirir” (Cemal Granda, age. s. 341).
Ali Fuat Paşa’nın, “Millî Mücadele Hatıraları” kitabındaki şu tahlilini, ‘Orta Doğu Bataklığı’na Bulaşmayalım’ diyenler özellikle okumalıdırlar: “Mütarekeden sonra ‘halâskârlık’ vasıflarını tamamıyla unutarak, fatih tavrıyla Suriye ve Irak’a girmiş olan İngiliz ve Fransız ordularının, çok zaman geçmeden yerli halka yapmadıkları zulüm ve haksızlık kalmamıştı. Menfaatlerini yalnız ecnebî işgalinde aramış olan bazı Arap reisleri ile taraftarları istisna edilecek olursa, Arap halkının ekseriyeti, hakikî halâskârın (kurtarıcının) yine kuzeye çekilmiş dindaşları Türkler olacağını ve yardımın buradan geleceğini anlamışlardı. Harbin son yıllarında, asırlar boyunca kader birliği yapmış oldukları din kardeşlerine karşı düşmanca vaziyet almalarına sebep olanlar tarafından nasıl aldatıldıklarını görmüşlerdi. Açıkça, ‘Bizi din kardeşlerimiz Türkler kurtaracaktır’ diyorlardı. Güney komşularımızda bize karşı başlamış olan bu fikir değişikliği, onlarda da millî birlik ve millî direniş merkezlerinin hazırlanmasını gerektirmişti. Halep millî teşkilâtında Osmanlı subayı Şakir Nimet Bey’le Şam millî teşkilâtının kumandanlığını üstlenen Yusuf Paşa (O da Osmanlı subaylarındandı ve Şam’ın Fransızlara karşı savunulması sırasında şehit düşmüştü) bizimle ilişki kurmuştu. Bu müracaatlarını memnuniyetle kabul ederek işgal kuvvetlerinin üzerine birlikte yürümeyi kararlaştırmıştık. Hattâ müşterek hareketimizin daha etkili olabilmesi için kendilerine silâh ve cephane yardımında bulunmuştuk. Hareketlerimizi koordine edebilmek için onların yanına subaylarımızı yollamıştık. Bunlar arasında rahmetli Özdemir Bey de vardı.”
YORUMLAR