BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (I)

Önceki haftaki yazımızda, Ukrayna ve Kırım’daki gelişmeler sebebiyle Rusya’nın tavrını hedef alan eleştiriler üzerinde durmuştuk. Ne yazık ki, Atatürk’ün ölümünden sonra, tarafsızlık siyaseti terk edilerek, ülkemizin ABD vesayetine sokulmasının nelere mal olduğu hâlâ daha tartışılamamakta; bölgemizdeki gelişmelere, ‘Soğuk Harp’in zihinlere kazıdığı Rusya karşıtlığının hâkim olduğu’ Batı Merkezli bir anlayışla bakılmaktadır. Nitekim Kırım’daki son gelişmeler üzerine […]

Önceki haftaki yazımızda, Ukrayna ve Kırım’daki gelişmeler sebebiyle Rusya’nın tavrını hedef alan eleştiriler üzerinde durmuştuk. Ne yazık ki, Atatürk’ün ölümünden sonra, tarafsızlık siyaseti terk edilerek, ülkemizin ABD vesayetine sokulmasının nelere mal olduğu hâlâ daha tartışılamamakta; bölgemizdeki gelişmelere, ‘Soğuk Harp’in zihinlere kazıdığı Rusya karşıtlığının hâkim olduğu’ Batı Merkezli bir anlayışla bakılmaktadır. Nitekim Kırım’daki son gelişmeler üzerine bir akademisyenimiz şu görüşleri savunmaktaydı: “Dünün bazı Aşırı Sol Çevrelerinin ‘Ruslarla anlaşın’ tavsiyeleri zihinlerdeki eski ideolojik bir kalıntıdır!”
Evet, ne yazık ki, anlayış budur! Bugün, dost olmamız gereken İran, Irak, Suriye ve Rusya ile gergin ilişkiler içinde olmamızın; bin yıl adaletle yönettiğimiz bu coğrafyaya bu kadar yabancılaşmamızın temel sebebi Batı ile kurulan, tarihimize, millî geleneklerimize ve dinî inancımıza yakışmayan ve hâlâ daha sorgulanmayan vesayet ilişkilerinin yarattığı yozlaşmadır; çürümedir. Bu ilişkiler bizi Batı’nın taşeronu durumuna düşürmüştür. 27 Mart tarihinde internete düşen ‘Suriye’ye saldırı planları’ Millî Devlet anlayışının iflâs etmiş olduğunun; bu devletin sıradan bir şirket gibi yönetilmekte olduğunun çok kaba bir resmidir. Suriye uçağının düşürülmesi ve Suriye’de meşrû Esat yönetimine karşı kanlı ve zalim bir savaş sürdüren, ‘Haçlı emperyalizminin kuklaları’ ruh hastası dinci gruplara verilen destek de Türkiye’nin millî inisyatifini kaybetmiş olmasının tabiî sonuçlarıdır. Yapılan hataların görülebilmesi ve ülkemizin, millî bir siyaset takip edilebilmesi için, Osmanlı’nın son döneminin, Atatürk dönemindeki millî siyasetin ve O’nun ölümünden sonra Batı ile kurulan vesayet ilişkilerinin iyice anlaşılması zorunludur. Bunu önyargısız bir şekilde yapmadıkça, Batı’nın zihin kontrolünden kurtulmamız ve karşı karşıya bulunduğumuz meseleler konusunda sonuç alıcı çözümler üretebilmemiz mümkün değildir.
O zaman, buyurun geçmişe birlikte bir yolculuk yapalım.
1699 yılındaki Karlofça Antlaşmasıyla ilk toprak kaybını yaşadık. Bu tarihten itibaren önce Fransa’ya, sonra İngiltere’ye ve daha sonra da Almanya’ya yakın bir siyaset izledik. Rusya ile ilk yakınlaşma II. Mahmut zamanında olmuş ve 1833 yılındaki Hünkâr İskelesi Antlaşmasıyla Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’ya karşı Rusya’nın yardımına başvurulmuştu. İngiltere ve Fransa’nın geleneksel siyaseti, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya ile çatışma hâlinde olmasıydı’ ki, bunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Nitekim Doğan Avcıoğlu’nun belirttiğine göre, 1838 Serbest Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nu bir ‘Açık Pazar’a dönüştüren İngiltere Başbakanı’nın, Fransa’ya yazdığı bir mektupta, “Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun dostluk kurmuş olabileceğinden endişe ettiğini ve bunun mutlaka yıkılması gerektiğini” bildirdiği anlaşılmaktadır (“Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1708)!
Osmanlı’yı borç tuzağına düşüren 1854 Kırım Harbi’ne de, İngiltere ve Fransa’nın baskılarıyla girilmiştir. Fransa daha III. Selim zamanında, onun hayalperest Fransa hayranlığını istismar ederek, Osmanlı’yı Rusya’ya karşı savaşa tahrik etmişti (Prof. Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, s. 120, 124).
Bu ülkenin tarihinden habersiz birçok aydınımız, İngiltere ve Fransa’ya, Kırım Harbi’nde bize yardım ettikleri için minnettardır fakat aslında Kırım Harbi Osmanlı için sonun başlangıcı olmuştur çünkü, bu harbin masraflarını karşılamak için alınan borçlar imparatorluğu bir malî iflâsa sürüklemiş ve 1875 yılında Osmanlı İmparatorluğu iflâsını ilân etmişti.
Jön Türk’lerden Dr. Abdullah Cevdet “Bazılarımız Avrupalıların bizi hiçbir vakit sevemeyeceklerini, daima düşman olacaklarını iddia edip duruyorlar. Düşünmüyorlar ki, daha yarım asır evvel bu adamlar bizi Kırım muharebesinde ölümden kurtardılar” demekteydi. Hâlbuki, Fransız edebiyatçısı ve devlet adamı Lamartine, Kırım’da, Türklerin Hıristiyan uygarlığını savunmak için öldüklerini yazmaktadır! Sömürgecilik ve Emperyalizm olgularını kavrayamayan Batı hayranı Dr. Abdullah Cevdet açıkça sömürgeciliği savunmak konumuna da düşmüş ve 1904’te Fransa’nın Fas Sultanlığı üzerinde himaye kurması üzerine şunları yazabilmiştir: “Fransızlar bizden akıllı, bizden âlim, hele bizden bin kat daha âdil oldukları ve ahkâm-ı ilâhiyeyi bizden daha iyi tanıdıkları için her tarafta cahil ve zalim olan Müslümanları boyunduruk altına alıyorlar. Kabahat bizdedir” (Prof. Taner Timur, “Türk Devrimi ve Sonrası”, s. 293). İşte, bugün Batı’nın vesayeti altına girişimizin temel sebebi de aydınlarımıza hâkim olan bu Batı hayranlığıdır. Bu zihin kontrolü bugün bizim en önemli meselemizdir.
Doğan Avcıoğlu da Abdullah Cevdet hakkında şu tespiti yapmış: “Abdullah Cevdet için emperyalizm yoktur, yalnızca Avrupa uygarlığı vardır ve her engeli yıkan bu coşkun sele karşı direnmek anlamsızdır. Abdullah Cevdet daha sonra, neslimizi ‘ıstıfaya tâbi tutmak’, yani kuvvetlendirmek için Avrupa ve Amerika’dan ‘damızlık erkek’ getirilmesini isteyecek kadar bu tip ‘Batıcılıkta’ ileri gidecektir” (“Türkiye’nin Düzeni”, s. 117)!
Atatürk, 1924’te Dumlupınar savaş alanında söylediği şu sözlerle tam da bu duruma işaret etmektedir: “Bir memleketi zapt ve işgal etmek o memlekete sahip olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, azim ve iradesi kırılmadıkça o memlekete hâkim olmanın imkânı yoktur!”
Prof. Taner Timur, Atatürk’ü Batı hayranlarından ayıran mümtaz özelliği şöyle tanımlıyor: “Mustafa Kemal Paşa, II. Meşrûtiyet’in Batıcı fikir akımlarını yakından tanıdı. Batı hayranlığının, açık fikirli ruhlarda çeşitli kompleksler yarattığı bir nesildendi. Ayrıca Batı’yla ilgili imajı sadece bazı fikirlerle desteklenen hayaller plânında kalmadı. Batı’yı bizzat gördü ve Avrupa tasavvurunu somut gözlemlerle daha gerçekçi temellere oturttu. Atatürk’ün gördüğü iki ayrı âlemi birbirinden ayıran şey, her şeyden önce fakirlikle zenginlikti. Batı zengin, Doğu ise fakirdi. Bu yüzden bütün ideali bir isyan duygusundan kaynaklanır: Fakirliğe isyan, sefalete isyan ve bunlardan doğan her türlü esarete isyan” (“Türk Devrimi Sonrası”, s.117)!
Tarih kitaplarımızda ‘Batılılaşmanın öncü aydınları’ olarak yüceltilen Jön Türklerin, hiçbir özgün düşünceleri yoktu. Sultan II. Abdülhamid’in İngiltere’ye hiç güvenmemesini, İngiliz taraftarı olmak için yeterli gören ve padişaha duydukları düşmanlık yüzünden tuhaf görüş bozukluklarına uğrayan Jön Türkler, İngiltere’yi dünyanın en medenî ülkesi zannediyorlardı. Bu körlük, akıl almaz aptallıklar yapmalarına da sebep olmuştur. Meselâ Askerî Tıbbiyeli bazı öğrenciler bir ayaklanma sırasında, ne kadar hürriyetçi olduklarını göstermek için okullarına İngiliz bayrağı çekmeye kalkışmışlardı! Bir grup Jön Türk ise, II. Meşrûtiyet’in ilânından sonra İstanbul’a gelen İngiliz elçisinin arabasındaki atları çözüp, arabayı kendileri çekmişlerdi!
Pakistanlı araştırmacı Feroz Ahmad İttihatçılar hakkında bize şu bilgileri veriyor: “Liberaller ıslahatın ancak tam anlamıyla Avrupalılaşmış, kültürlü, tahsilli küçük bir grup tarafından gerçekleştirilebileceğini düşünüyorlardı ve kendilerinde bütün bu niteliklerin bulunduğu kanısındaydılar. Abdülhamid’e karşı çıkmalarının tek nedeni, iktidarı kendileriyle paylaşmayı reddetmiş olmasıydı(…). İktidara geçtikleri zaman, devlet işleri kanunlarla ve akılcı bir tutumla yürütülecek, çürüme ve yozlaşma ortadan kaldırılacak ve devlet kurtulacaktı. Liberaller, çağdaşlaşmaktan çok, Avrupalılaşmak taraftarıydılar. Hattâ aralarında bir ya da birkaç Avrupa devletinin bu çabayı gerçekleştirmek üzere davet edilmesini isteyenler bile vardı” (Feroz Ahmad, “İttihat ve Terakki”, s. 237).

Exit mobile version