ATATÜRK VE VAHDETTİN (2)

Atatürk’ün Samsun’a gönderilişi ile ilgili olarak, Anadolu’daki karışıklıktan yararlanarak, bir Kürt Devleti kurma arayışında olanların önde gelen isimlerinden birisi olan Ekrem Cemilpaşa, hatıralarında şunları söylemektedir: “Diyarbekir’de faaliyetlerimize sıcaklık verdiğimiz 1918-1919 senesinin ilkbaharında, hiç akla gelmeyen bir rakip karşımıza çıktı. Bu kişi Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin’i kafese koymuş, askerî müfettişlik namıyla bir vazife koparmış […]

Atatürk’ün Samsun’a gönderilişi ile ilgili olarak, Anadolu’daki karışıklıktan yararlanarak, bir Kürt Devleti kurma arayışında olanların önde gelen isimlerinden birisi olan Ekrem Cemilpaşa, hatıralarında şunları söylemektedir: “Diyarbekir’de faaliyetlerimize sıcaklık verdiğimiz 1918-1919 senesinin ilkbaharında, hiç akla gelmeyen bir rakip karşımıza çıktı. Bu kişi Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal, Sultan Vahdettin’i kafese koymuş, askerî müfettişlik namıyla bir vazife koparmış ve gizlice Erzurum’a varmıştı” (Altan Tan, “Kürt Sorunu”, s. 181).

 Ekrem Cemilpaşa bile, müfettişlik görevini, Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahdettin’i kafese koyarak, yani kandırarak elde ettiğini söylüyor fakat ‘bizimkiler’ bir yanlış görüşte ısrarı her nedense sürdürüyor!
Aydınlar Ocağı Başkanı Prof. Mustafa Erkal, ülkede yaşanan gelişmeler karşısında, sağduyulu bir millî duruş sergileyemeyen sözde milliyetçi ve mukaddesatçı çevreleri eleştirdiği bir yazısında, “Sağcı olmak, ehli kıble olmak, Soğuk Harp Dönemi’nde antikomünist olmak yetmiyor, millî şuûr sahibi olmak gerekir” diyor. Haksız mı? Bu kadar açık bir metnin bu kadar farklı yorumlanması konusunda insan ne diyeceğini bilemiyor.
 Kemal Zeki Gençosman ve Niyazi Ahmet Banoğlu tarafından hazırlanan ve 1971 yılında MAY yayınları tarafından yayımlanan “Atatürk Ansiklopedisi”nde de, Mustafa Kemal  Paşa’nın Samsun’a gönderiliş sebebi, “Türkleri Yola Getirmek” olarak belirtilmektedir (Cilt 3. s. 220).
Padişah Vahdettin’in, Atatürk’ü Anadolu’ya göndermesinin asıl sebebi, Türklerin direnişini önlemek olduğu hâlde, ısrarla, bunun aksini savunanların varlığı da bir gerçektir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın da bu kervana katılması düşündürücüdür. Bir  ilköğretim okulunda 14 Kasım 2008 tarihinde yapılan bir  seviye belirleme sınavında, Sosyal Bilgiler testinde, A kitapçığı 11. soru şöyle başlıyor: “Mondros ateş-keş antlaşması’ndan sonra İngilizler Samsun’u işgal etti. Samsun halkının işgali kabullenmeyip düşmanla savaşması üzerine, Osmanlı Padişahı Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a gönderdi. Ondan halkın işgale karşı koymasını, işgali engellemesini istedi.  Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı gün ulusal mücadeleyi başlattı. Halkı, bağımsızlık düşüncesi etrafında birleştirerek düşmanla savaşılmasını sağladı” (Melih Aşık,  Milliyet gazetesi, 18 Kasım 2008)!
Ne yazık ki, çocuklarımıza işte böyle, tahrif edilmiş bir tarih öğretiliyor! Bu yalan tarihten İstiklâl Harbimizi öğrenen çocuklarımız, ‘Demek ki, Atatürk’ü Anadolu’ya, git ülkeyi kurtar diye Vahdettin göndermiş fakat Atatürk zaferden sonra, Saltanat ve Hilâfeti kaldırıp; devletin başına geçerek Vahdettin’e ihanet etmiş’ diye düşünmezler mi?
Millî Mücadele fikri,  I. Cihan Harbi’nin  sonunda, yenileceğimizin belli olmasından itibaren, Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında  bir sır olarak duruyordu. Nitekim, mütarekeden sonra, Adana’da, Ordu Grup Komutanlığını Liman von Sanders’ten teslim aldığı törende yaptığı bir konuşmada, Mareşal Sanders sözlerini “Bizim için artık her şey bitti” diye bitirdiğinde; Mustafa  Kemal Paşa’nın  cevabı şu olacaktır: “Harp müttefikimiz için bitmiş olabilir ama bizi ilgilendiren harp, İstiklâl Harbimiz ancak şimdi başlıyor” (Kinros, “Atatürk”, s. 211)!
Atatürk, daha Adana’daki Ordu Komutanlığı görevinden ayrılmadan, Mondros Mütarekesi ile nasıl bir felâkete imza atılmış olduğunu ilk fark eden ve mütarekeyi kıyasıya eleştiren yegâne Komutandır. Ahmet İzzet Paşa Hükümetini, İngiltere’ye karşı teslimiyetçi olunmaması konusunda uyarır;  “İngilizlerin her dediklerine boyun eğecek olursak, ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân olmayacaktır” der (Sabahattin Selek, “Anadolu İhtilâli”, s. 169).
Atatürk, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’dan, Harbiye Nazırlığının kendisine verilmesini ister. Bu konudaki ısrarını,  yıllar sonra gazeteci Yunus Nadi Bey’e, şöyle izah edecektir: “Eğer ben o hükümette olsaydım, işi daha  İstanbul’un eşiğinde çözerdim. Karaya İtilâf devletleri askerlerini çıkarmamak içini kesin önlemler alırdım. Ne olacaksa olurdu. Karaya, işgalci askerleri çıkarmayabilirdik. Hükümet, Padişahın arzu ve iradesiyle ve yaptıkları gibi defolup gitmezdi.Gerekirse tahtını Padişahın başına geçirirdim fakat hükümet yerinde kalırdı.”
Yusuf Hikmet Bayur’un, “Hükümete girebilseydiniz ne yapabilirdiniz?” sorusuna da şu cevabı verir: “Padişahı ve hükümeti alıp Anadolu’ya çekilir, mütareke ve barış görüşmelerini oradan idare ederdim” (Tufan Türenç, Hürriyet, 28. 11. 2008).
Evet; eğer Padişah Vahdettin, İngilizlerle iyi geçinerek tahtını kurtarabileceğini düşünmeyip, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte hareket etmeye cesaret edebilseydi; birçok şey çok daha farklı bir çizgide gelişebilirdi.
Mustafa Kemal Paşa’nın, daha mütarekenin ilk günlerinde, Ali Fuat Paşa’ya  söylediği şu sözler de, yapacaklarının âdeta bir tebliğidir: “Zâtı Şahane kendi  tahtını düşünecektir. Artık bundan sonra milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de bu yolu göstermemiz ve ordu ile yardım etmemiz lâzımdır.”
Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Mayıs 1918 tarihinde, Ruşen Eşref Bey’e bir hâtıra olarak verdiği resmin üzerinde şu sözler yazılıdır: “Her şeye rağmen, muhakkaka bir nûra doğru yürümekteyiz. Bende bu îmanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki pâyansız muhabbetim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkile ziyâ serpme ve aramağa çalışan bir gençlik gördüğümdür.” Harbin kaybedileceğinin artık iyice belli olduğu bir tarihte söylenmiş bu sözler, yeni bir mücadeleye başlanacağının işareti değil midir? Mustafa Kemal Paşa, kurtuluşun işgalcilerden himmet beklemekle değil, ancak  silâhlı mücadele ile olacağına inanmaktaydı. Bunun için de, terhis edilen orduya ait silâhların, İtilâf devletleri temsilcilerine teslimini önlemeye, bunların iç kesimlere gönderilmesine çalışmıştı. Daha Adana’da iken, Antep savunmasının temellerini atacaktır.
 Adana’dan tren yolu ile İstanbul’a dönüp; Haydarpaşa garına indiğinde, tarihler 13 Kasım l918’i göstermektedir. Boğaz’da, topları Dolmabahçe sarayına çevrili olarak demirli bulunan, aralarında, Yunanlıların meşhur Averof zırhlısının da bulunduğu  düşman donanmasını görünce, yaveri Cevat Abbas’ın şahit olduğu şu sözleri söyleyecektir: “Bir gün de, geldikleri gibi giderler” (Şevket Süreyya Aydemir, “Enver Paşa”, Cilt III. s. 512).
Öyle de olur!  İstanbul’u işgal eden İtilâf Devletleri, 6 Ekim 1923 tarihinde Türk Bayrağını selâmlayarak kutsal vatan topraklarını terk etmek zorunda kalırlar. Türk askerinin İstanbul’a girişini gören Yüzbaşı Armstrong, duygularını şu sözlerle dile getirecektir: “Ruhumun isyan ettiğini duyuyorum. İngiltere İmparatorluğu şerefinin bütün Asya’ya karşı çamurlara yuvarlanması gururumu yaralıyordu” (“Çankaya”, s. 338)!
Exit mobile version