Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

TÜRK KİMLİĞİ NİÇİN HEDEF?

İsmi lâzım değil, ‘akademisyenin’ biri, “Esasen Türk diye bir ırk yoktur. Bugün kaçımızın atası, dedesi Orta Asya’dan gelmiş” şeklinde sözler sarf etmiş.
Şu işe bakın ki, birçok Batılı saygın tarihçi Türkler hakkında, gurur duyacağımız tespitler yaparken; Alman iktisatçısı Prof. Neumark “Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih kalmaz” derken; bizim ‘Türk’ ‘tarihçi’ Türk’ü tarihten silmeye kalkıyor!  Buna densizlik deyip geçemeyiz. Türk Kimliğine karşı yıllardır, sinsice yürütülen Psikolojik Harp artık ‘cepheden saldırıya’ dönüşmüştür; hem de,  kamuoyu araştırmalarına göre, vatandaşlarımızın yaklaşık yüzde 90’ının, kendilerini Türk olarak tanımlamalarına rağmen! Bunun tabiî ki, bir amacı var:  Meşûm Küresel Projenin hayata geçirilebilmesi için Türk Kimliği altında sağlanan Millî Birliğin parçalanması gerekiyor! Bunun için de önce Türklüğü yıpratmaları gerekiyor. Türk Kimliğine saldıranların,  istisnasız Kürt Kimliğini nasıl yücelttiklerine dikkat edilmelidir! Türk Milleti’ne, Türklüğe ve Atatürk’e yapılan bu menfur saldırıları ancak güçlü bir tarih şuûru ile alt edebiliriz. Bunun için de, tarihimizi daha çok önemsemeli; tarihimizde yüzümüzü kızartacak hiçbir lekenin bulunmadığını ve yabancıların bile Türklerin yüksek karakterinden hayranlıkla söz ettiklerini bilmeliyiz.

Balkan Harbi sırasında bozgun hâlinde çekilen aç, susuz askerlerimiz, bırakınız yakıp yıkmayı, bir tek kapıyı çalarak ekmek bile istememişlerdi! Bir yabancı muhabir, bundan duyduğu hayranlığı şöyle değerlendirmiş: “Ben böyle asil bir millet görmedim. Biraz sonra açlıktan öleceklerini biliyorlardı, ancak son nefeslerine doğru yol alırken bile başları hâlâ dik ve asalet timsali gibiydiler!”

İşgalci Yunan ordusunun Anadolu’dan nasıl çekildiğini hatırlayınız!

Batı’nın Türklere bakışı konusunda birkaç örnek verelim:  Fransız tarihçisi Jean Paul Roux, Türklerin başlıca temel özelliklerini sayarken   “Irkçılıktan uzak oluş ve sözünün eri olmak her zaman Türk toplumlarının değişmez bir kuralı olarak karşımıza çıkacaktır” tespitini yapmaktadır. (Türklerin Tarihi, s. 27).  Roux, Marco Polo’nun Küçük Asya’ya, Türkmenistan; Kaşgar’a, yani Çin Türkistan’ına “Büyük Türkiye” adını verdiğini, İbni Batuta’nın ise Anadolu’ya “el Türkiye” dediğini kartal cilingir de belirtmektedir (Age.s. 31). Evet! Bugün bazı densizlerin ‘Kürdistan’ diye tanımladıkları Güney Doğu Anadolu dahil, bu topraklara yabancılar ‘Türklerin Ülkesi’  demekteydiler.

Romen tarihçi Jorga Türkler hakkında şu tespitleri yapıyor: “Türklerden hiçbirini, Rumlarda, Sırplarda ve Bulgarlarda olduğu gibi hayvanların tutulduğu bir evden çıkarken göremezdiniz ve kirli gezenlere iğrenerek bakılırdı. Yanından geçen her fakiri, yere yanına oturtur ve onunla, kardeşi olarak, yerde hiçbir kırıntının kalmamasına dikkat ederek yemeğini paylaşırdı” (“Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, s. 401).

Jorga, Osmanlı İmparatorluğu’nda, ‘devşirmelerin etkinliğinin kırılması’ hakkında da şu tespitleri yapar: “Türkiye, belki de tarihinde ilk kez, uzun vadeli kültürel değişiklikler sayesinde gerçekten de bir dereceye kadar Türklerin ülkesi hâline gelmiştir… Kendi ana dillerini ve geleneklerini sürdüren ve kanlarında kendi halklarının katışıksız özelliklerini taşıyan yeni muhtedi ve devşirmeler artık yönetimde yer almıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin üst düzey yöneticilerinin çoğu 1750 yılı dolaylarında artık az çok ün salmış devşirmelerin oğulları değil, gerçek Türkler idi (Jorga, age. Cilt  IV. s. 381).

İmparatorluğu kurtarmaya çalışan Padişah Genç Osman’ın (II. Osman) 1622’de vahşice katledilmesi, devşirmelerin yönetimindeki Osmanlı’nın nasıl bir anarşinin içine yuvarlandığının çok acı bir örneğidir.

Jorga, sert yöntemleriyle İmparatorluğu kurtarmaya çalışan, yönetimi ele aldığı 8 yıl içinde devlet kurumlarını düzeltmeyi ve Bağdat’ı almayı başaran  IV. Murat (16231640) hakkında da, çoğumuzun hiç bilmediği şu tespitleri yapıyor: “Zamanının en güçlülerini, talepkâr ve doymak bilmeyen devşirme sınıfını; ayrıcalıklı askerleri, hattâ ulema sınıfını hedef alan bu kurtuluş harekâtı, hâlâ etkili olan geleneklerin dışında İstanbul’un gerçek Türk halkının sempatisi ile büyük ve beklenmedik bir destek buldu. Venedik Balyosu’nun, yaklaşık bir milyon olduğunu tahmin ettiği İstanbul halkının sadece yarısı, ataerkil zamanlardan beri, sade, dindar ve barış içinde yaşayan ‘doğuştan Türk’tü.’ O kadar barış içinde yaşıyorlardı ki, dört yıl içinde dört cinayet görülmemişti.” Jorga’nın belirttiğine göre, Venedik Balyosu Türkler için şu tespiti yapmaktadır: “Dinlerini bir kenara bırakırsak, bulunabilecek en iyi halk!”

Jorga, Sultan IV. Murat’ın Anadolu’daki seferlerinde en güvendiği birliklerin İstanbul’daki Türk loncalarının oluşturduğu birlikler olduğunu da belirtmektedir (Age. Cilt III, s. 378). Jorga, daha sonra “IV. Murat’ın devşirme sınıfından kurtulmak istediğini fakat diğer yönetici sınıfın da devşirme sınıfının geleneklerine göre yetiştirilmiş olduğunu, gerçek Türkler, iki yüzyıl boyunca ihmal edilmiş ve fakirliğe, bilgisizliğe itilmiş ve iktidara karşı duydukları korku ile her türlü çabaya karşı besledikleri nefretle iyice sindirilmişlerdi. Bu yüzden onların arasından bir yönetici sınıfının çıkması beklenemezdi. İntikamlarını alan sultanı saygı ile selâmlamak ve erken ölümünün ardından gözyaşı dökmekle yetindiler” diye yazmaktadır  (Age. Cilt III, s. 391).

Bazı Tarihçilerimiz IV. Murat’ı zalim olarak göstermeye pek meraklıdırlar. Bunu, o dönemin devlet yapısını değerlendirmeye gerek duymadan yaparlar. Benzer bir anlayış II. Abdülhamid için de geçerlidir. Aydınların nefret ettiği Abdülhamid’i Türk halkı sevmektedir. Falih Rıfkı Atay II. Abdülhamid’in tabutu geçerken pencerelerden uzanan kadınların  “Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun” diye inlediklerini anlatır (“Çankaya”, s. 125).

Türk Milleti’nin sevdiği iki Padişah’ın ve büyük Atatürk’ün aynı işleme tâbi tutulması düşündürücü değil midir?

Karl Marks’ın da Türk köylüsünde, ‘Avrupa’nın en yetenekli ve en erdemli temsilcisini gördüğünü’ belirtelim. Hayatının son döneminde Türkçe öğrenmeye başlayan Marks, 1854 yılında şu öngörüde bulunacaktır: “Bu gidişle Türkler, Avrupa’da tutunamayacaklardır. Fakat ne yapılırsa yapılsın, Türk devleti ortadan kaldırılamayacaktır. Türkler belki bir gün Anadolu içlerine kadar sürüleceklerdir. Fakat onlar, hakikî varlıklarını orada bulacaklar, orada yeniden güçlü, kuvvetli bir Türk devleti kurulacaktır”  (Mehmet Perinçek, Aydınlık 10.5.2013).

Jorga, ‘İttihatçılardan bu halka tarihî rolünü geri vermelerini’ bekler. Fakat İttihatçılar, önce Balkanların kaybedilmesine sebep olarak ve daha sonra da, İmparatorluğu mahvederek bu millete en büyük travmaları yaşatırlar!

Türk Milleti’ni yeniden ayağa kaldıran, bütün dünyanın saygı duyduğu bir millet hâline getiren, bütün emperyalist hesapları bozarak,  O’na tarihî rolünü yeniden geri veren ve işte bu yüzden de bütün dünyanın ve ülkedeki işbirlikçilerinin düşmanı hâline gelen Atatürk’tür.  Ne yazık ki, O’nun ölümüyle başlayan süreçte Batı’nın, ‘Demokrasi Oyunu’ ile, Türk Milleti’nin bütün kazanımları birer birer elinden alınmıştır.

Türk Milleti, tarihini iyi öğrenirse, bu tarihten alacağı güçle tarihî rolünü yeniden elde edebilir; etmelidir ve mutlaka edecektir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678