Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

SYKES-PİCOT ANTLAŞMASI YİNE GÜNDEMDE! (1)

Önce şu Sykes-Picot antlaşması neymiş bir bakalım:

İngilizlerin 29 Nisan 1916’da, Irak’taki Kut’ül Ammare yenilgisinden sonra, 16 Mayıs 1916’da, İngiltere ve Fransa arasında, Osmanlı’nın Orta Doğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli bir antlaşma imzalanır.  Buna göre, “1. Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu’nun bir kısmı” Ruslara bırakılacak. “2. Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ve Suriye’nin kıyıları”  Fransızlara bırakılacak. “3. Hayfa, Akka, Bağdat ve Güney Mezopotamya”  İngiltere’ye bırakılacak. “4. Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği topraklarda Arap Devletleri Konfederasyon veya İngiliz ve Fransız denetiminde tek bir Arap Devleti kurulacak. 5. İskenderun serbest bölge olacak. 6. Filistin’de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktı.
Bu antlaşma ilk büyük darbeyi, 1917 yılındaki Rus Devrimi’nden sonra, Rusya’nın bu antlaşmadan vazgeçtiğini bildirmesi ve antlaşma metnini dünya kamuoyuna açıklaması ile yemiştir. İkinci olarak da, İngiltere Fransa’ya verdiği sözü tutmamış; petrol bölgelerine kendisi ele koymuştur! İngilizlerin tahrikleri ile Osmanlı’ya karşı ayaklanan ve 1916 yılında kendini Hicaz Kralı olarak ilân eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin, İsrail Devleti’ne karşı çıkınca, İngilizler desteklerini çekerler ve 1924 yılında  Suudîler tarafından devrilir! Böylece kutsal topraklar, selefî bir anlayışa sahip Vahabi Suudî hanedanının eline geçer!
Şerif Hüseyin hakkındaki şu bilgiyi de paylaşalım: Sultan Abdülhamid, zeki ve  dirayetli bir kişiliği olmadığını tespit ettiği Mekke Şerifi’ni, ‘İngilizlerin kullanabileceğini düşünerek’, 1891’de ailesi ile birlikte İstanbul’a dâvet eder. Şeyh tam 18 yıl İstanbul’da tutulur. Ne var ki,  Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılar, Şerif Hü-seyin ve iki oğlunu serbest bırakırlar! İngiliz casusu Lawrence bunu gayet iyi değerlendirir. Bir oğluna Suriye’nin, bir oğluna Ürdün’ün verilmesi ve kendisinin de Arabistan Kralı yapılması sözü ile I. Dünya Harbi’nde Osmanlı’ya karşı kullanırlar!
Şevket Süreyya Aydemir, bu konuda şu çok anlamlı değerlendirmeyi yapıyor: “Şerifleri Hicaz’da koruyan ve yüzyıllardan beri de besleyen Osmanlı Devleti ortadan kalkınca, Arap Şeyhleri arasındaki ebedî rekabet hemen sahneye döküldü. Şerifler  Hicaz’da kendilerini, bütün Şeyhlerden güçlü sayıyorlardı.  Hâlbuki, onların kuvvet ve itibarı, bizim Hicaz’da oluşumuz-dan, onları koruyuşumuzdandı” (“Enver Paşa, Cilt III, s. 310)!
 Sykes-Picot Antlaşması, antlaşmayı yazan İngiliz Mark Sykes ve Fransız François Georges Picot’un adıyla  anılır. Bu yıl, bu antlaşmanın yüzüncü yıldönümü ya; spekülâs-yonlar da başladı! Antlaşmanın, bugünkü Türkiye Cum-huriyeti sınırları içinde kalan kısımları yeniden gündemde! Zaten, biliyoruz ki, Batılı ‘dostların’ en büyük hayalleri Büyük Kürdistan’dır. Yüzdüler yüzdüler; nihayet kuyruğuna kadar geldiler! Acaba öyle mi?
Emperyalist Devletler ne kadar güçlü ve entrikacı olurlarsa olsunlar, bu ülkeyi parçalayabileceklerine inanmıyoruz. Bu ülkeyi yönetenler, Türkiye Cumhu-riyeti’nin bizim ‘Millî Sentezimiz’ olduğunu idrak ve Cumhuriyetin kurucu felsefesini rehber edindikleri takdirde, ülkemize ve bölgemize şekil vermeye kal-kan hiçbir emperyalist  senaryonun başarı kazana-mayacağı bilinmelidir.
Bu devleti yönetenler, bu şuura sahip oldukları takdirde, ne Sykes-Picot Antlaşması’nın;  ne de Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir anlamı olabilir. Yeter ki, sağlam duralım; birliğimizi koruyalım ve yeter ki, bu ülkeyi yönetenler hayal peşinde koşmasınlar!
Sykes-Picot Antlaşması’nın hayat bulmasının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaki İttihatçıların tecrübesizliği ve Enver Paşa’nın hayalciliğidir. I. Dünya Harbi’ne  girilmeseydi, o felâketler yaşanmaz; Osmanlı’yı paylaşma hesapları yapılsa bile; kağıt üzerinde kalmaya mahkûm olurdu.  Ne Sarıkamış felâketini yaşardık,  ne de bir İstiklâl Harbi vermek zorunda kalırdık! Emperyalistler Arap topraklarını diledikleri gibi paylaştıramazlardı!
Peki, “I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda değil miydik?” diye sorulabilir. Bu sorunun cevabı, kesinlikle  hayırdır. Her ne kadar, günümüzde bile, bu konuda bir fikir birliği olmasa da, tarihî belgeler göstermektedir ki,  biz I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda değildik.
Bu konuda, Şevket Süreyya Aydemir’in 3 Ciltlik Enver Paşa kitabında,  Enver Paşa’nın 21.12.1917 tarihinde, Sovyet İhtilâlinden sonra, Alman Karargâhında, Padişahın temsilcisi olarak görevli bulunan Zeki Paşa’ya yazdığı mektup çok önemli bir belgedir. Enver Paşa, bu mektubun bir bölümünde, Zeki Paşa’dan, I. Dünya Harbi’ne girişimizi ve büyük fedakârlıklarımızı millet nezdinde haklı göstermek için Almanların bize, en azından Kafkasya’da, 1878 Berlin Konferansı’nda kaybettiğimiz toprakların (Batum, Artvin, Kars ve Ardahan) bir mükâfat olarak iadesinde yardımcı olmasını ister ve “Kapitülâsyon-ların kaldırılması işi bize, karşımızdaki İtilâf Devletleri tarafından, tarafsızlı-ğımıza karşılık teklif edildiğinden, tabiî yalnızca fedakârlığımızı karşılaya-maz” değerlendirmesini yapar (“Enver Paşa”, Cilt III, s. 392)!
Enver Paşa’nın mektubundaki bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, İtilâf Devletleri, Osmanlı’nın tarafsız kalmasını arzu etmekteydiler. Bu bakımdan ‘Harbe girmemiz kaçınılmazdı’ şeklindeki değerlendirmeler, tarihî gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kaldı ki, ülkenin içinde bulunduğu şartlar, bizi harbin dışında kalmaya zorluyordu. Balkan bozgunu ve felâketi sebebiyle, her şeylerini bırakarak. canlarını zorla kurtarıp, Anadolu’ya sığınan yüz binlerce göçmen. sefalet içindeydi. Yaraların sarılması ve ekonominin düzeltilmesi için ülkenin barışa ihtiyacı vardı. Avrupa devletlerinin boğazlaşmasından istifade edilerek, Millî Ekonominin güçlendirilmesi için mutlaka harbin dışında kalınmalıydı. Ancak ne var ki, başta Enver Paşa olmak üzere, Almanya’nın bu harpten galip çıkacağına inanan  genç subayların ihtirasları bizi, I. Dünya Harbi felâketine sürüklemiştir. Bu harp, milletin eğitimli insanlarını da âdeta bir değirmen gibi öğüterek, yok edecek; bu yüzden, Cumhuriyetin ilk yıllarında çok büyük sıkıntılar yaşanacaktır.
Hemen şunu ifade edelim ki, bugün, ‘I. Dünya Harbi’ne girmek zorunda olduğumuzu’ iddia edenler, bu harbe katılmamıza kesinlikle karşı olduğunu bildiğimiz Atatürk’ü referans göstermektedirler. Güya Atatürk, İstiklâl Harbi sırasında yaptığı bazı konuşmalarda, ‘I. Dünya Harbi’nde, tarafsız kalmamızın mümkün olmadığını’ ifade etmiş!
Bu yanlışlarına Atatürk’ü de ortak etmek isteyenlere hatırlatmak isteriz ki, İstiklâl Harbi’ni destekleyen Anadolu’daki bütün Müdafaai Hukuk Cemiyetleri, İttihatçıların kontrolündeydi. İttihatçıların büyük bir çoğunluğu, Anadolu’daki direnişin başına Enver Paşa’nın geçmesini istemekteydiler! Hattâ, Enver Paşa’nın, Sakarya Zaferi’ne kadar,  Kafkaslar’da beklediğini; bu Zafer kazanılmasaydı, Anadolu’ya gireceğini hatırlatırız!
Böyle bir konjonktürde, Atatürk gibi bir siyaset dehasının İttihatçıları, ülkeyi I. Dünya Harbi’ne sürükledikleri için suçlaması mümkün müydü?
Atatürk I. Dünya Harbi’ne girmemize karşıydı. Sofya’da Askerî Ataşe iken, Almanların 6-8 Eylül tarihlerinde. Marn Meydan muharebesini kaybetmesinden iki gün önce, 4 Eylül 1914 tarihinde, Tevfik Rüştü Aras’a yazdığı mektuptan bunu anlıyoruz. Atatürk bu mektupta,  ‘Rusların Alman taarruzu karşısında geri çekilebileceği ve Napolyon’un başına gelenlerin bu sefer II. Wilhelm’in başına gelebileceği’ üzerinde durur ve şöyle devam eder: “Sonra, Fransızların yardım istemesi ihtimali var. (…) Meselâ İngiltere, meselâ Birleşik Amerika! Evet, niçin olmasın? Bir kara devleti olan Almanya ve müttefiki nereden yardım bulabilir? Hiç! Haydi Bulgaristan’ı, hattâ Türkiye’yi  de cephelerine çeksinler. Ne çıkar? Denizler elde olmayınca! Hem doğudan, hem batıdan çevrilmiş bir merkez devlet cephesi… İki cepheye karşılık harp! Hayır, bu işin sonu yoktur!” diyerek, Almanya’nın yanında harbe girilmesini bir delilik olarak telâkki eder (“Tek Adam”, Cilt I, s. 217).

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678