Geçen yazımızda, Kur’an’ın ‘Yaşayan insanlar’ için indirildiğinin, Kur’an’da çok açık bir şekilde ifade edildiği üzerinde durmuştuk. Yani, Kur’ân, “Yaşayanları uyarmak, derin uykularından uyandırmak için” gelmiştir. Bu nedenle, Kur’an’ı, indiği çağın şartlarında dondurmak Kur’an’ın ruhuna da aykırıdır. Nuh Suresi 14. ayette, “O sizi evrelerden geçirerek yaratmıştır” buyrularak, evrime yani, tekâmüle işaret edilmektedir. Dolayısıyla, Kur’an’ın her çağda, yaşayanlar, diri olanlar için yeniden yorumlanması gerekir ve işte bunun için, Kur’ân kendi dilimizde ve anlayarak okunmalıdır.
Kur’ân’daki birçok âyet, niçin Arapça indirildiğinin sebebini izah etmektedir. Kur’ân’da, başka bir dile çevrilmesini yasaklayan hiçbir hüküm yoktur. Aksine Kur’an, Müslümanları, “Bu Kitap’tan hesaba çekilecekleri” konusunda uyarmaktadır! Zuhruf Sûresi âyet 44’de bunu çok açık bir şekilde görüyoruz: “Bu Kur’ân, hem senin için, hem halkın için bir hatırlatmadır ve ileride bundan hesaba çekileceksiniz, kesinlikle!”
Demek ki, Kur’an’ı, anlamını bilmeden Arapça ya da başka bir dilde, ezberden okumak, Kur’an’a da aykırıdır.
Müslümanlar önce bu gerçeği çok iyi kavramalıdırlar. Bu gerçek kavranılmazsa, 1400 yıldır devam eden bu ‘Şirk Dini’ sömürüsü ve zulmü; Batılıların Müslüman ülkelerdeki vesayeti ve yarattıkları kaos düzeni daha yüzlerce yıl sürer gider!
Müslümanlar Kur’an’dan uzaklaştıkları, aracılara itibar ettikleri oranda, rivayetler ve hurafeler dinimize hâkim olmuştur. Yüce dinimiz, halkın afyonuna dönüştürülmüştür. Bunda, bir sosyolojik gerçek olan dine karşı, aydınların sorunlu bakışlarının da katkıları oldukça büyüktür. Son yılların en büyük tartışma ve çatışma konularından birisi olan türban meselesinin bu kadar büyümesinin arkasındaki temel sebep de budur.
Bu konunun özünü kavrayabilmek için, önce, Peygamberimizin yaşadığı dönemin gelenek ve göreneklerini bilmek gerekir. Düşününüz ki, Araplar o dönemde pamuğu bilmiyorlardı. Bu yüzden de iç çamaşırı yani, külot ve sutyen gibi giyeceklere de yabancıydılar. Güneş bütün gün tepelerinde olan Arap kadınları, güneşten korunmak için başlarına bir örtü takıyorlardı. Bu örtüyü de, sırtlarına doğru salmaktaydılar. Sutyen takmadıkları ve kıyafetleri de göğüslerini tam örtmediği için, örtünme ile ilgili olarak Nur Suresi 31. ayet indi. Bu ayette ‘baş örtüsü takın’ denmiyor; zaten takılmakta olan başlardaki örtülerin “yakaların üstünü kapatacak şekilde sarkıtılması” buyruluyor. Ayetin ruhu kavranamadığı için, ‘saçın bir tek telinin gözükmemesi’ gibi, din dışı bir anlayış yüz yıllardır sürüp gidiyor!
İlâhiyatçı Hakkı Yılmaz, ayetteki, “ziynetlerini dışa vurmasınlar” ifadesinin “dişiliklerini göstermesinler; dikkat çekmesinler” anlamına geldiğini belirtiyor.
Ne var ki, birçokları, ziynet denilince, mücevher olarak anlıyor. Hâlbuki, göğüs, kalça, yüz ve göz de ziynet! Bu ayetle, kendiliğinden görünenlerin dışındaki yerler kast ediliyor. Saç, baş, yüz, burun, ağız ve göz değil! Ayet, tepeden tırnağa bir örtünme buyurmuyor.
Nitekim, Malikiler, abdest uzuvlarını örtünmenin dışında bırakıyorlar!
Kur’an’ı her çağda yaşayan insanlar yeniden yorumlamalıdır demiştik. Önemli olan, bu yorumları, Kur’an’ın ruhunu kavrayarak yapabilmektir. Bunun için de mutlaka, Türkçe bir tefsir ya da meal okunmalıdır.
Kutsal Kitabımız, Müslüman kadınların edepli bir kıyafetle dolaşmalarını istiyor. Günümüzde bu nasıl olmalıdır? Kadının, kara çarşafa bürünmesi ya da -rahibelerin yaptığı gibi-, sadece yüzünü açıkta bırakacak bir şekilde ‘türban’ denilen bir örtü takması ve topuklarına kadar inen bir kıyafet giymesi Kur’an’ın buyruğu mudur?
Günümüzde, ne yazık ki, sadece zarfa bakılmakta mazruf ihmal edilmektedir. Zarf yani dış görüntü; mazruf ise gizli olandır, görünmeyendir; içimizdekidir. Yani bir insanın kıyafeti onun Müslümanlığının ölçütü değildir. Aslolan bir Müslüman gibi yaşamaktır. Bazı hanımların, erkeklerin elini bile sıkmadığını görmekteyiz. Bunun son örneğini televizyon ekranlarında tüm Türkiye seyretti. Milletvekili adaylarının tanıtım toplantısında, milletvekillerini tek tek çağırıp, ellerini sıkarak tebrik eden Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, Merve Kavakçı’nın türbanlı ve üzerinde, topuklarına kadar inen, sözde İslâmî bir kıyafet bulunan kız kardeşi Ravza Kavakçı’ya uzattığı eli havada kaldı!
Herkesin kıyafeti kendini ilgilendirir. İsteyen başını örter, isteyen açar. Fakat şunu iyi bilelim ki, türban takmak, topuklara kadar inen bir kıyafet giyinmek Müslümanlığın şartı değildir. Kimsenin de, böyle çağdışı bir kıyafeti, ‘Müslümanlığın gereği olarak’ topluma dayatmaya hakkı yoktur.
Bir de ‘sünnettir’ diye sakallı gezenler var! Sakalın da, türban gibi, Müslümanlıkla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok! Evet, Peygamberimiz sakal bırakmıştı fakat o dönemde yaşayan bütün Arap erkekleri sakallıydı. Çünkü, bu bir Arap kültürüydü.
Kadının türbanını; erkeğin sakalını Müslümanlığın ölçütü olarak alamayız. Müslümanlığın ölçütü olarak zarfa değil mazrufa bakılmalıdır. Yani, Müslüman olduklarını iddia edenler, takva sahibi midirler? Mütevazı mıdırlar? Paylaşmayı bilirler mi? Adil midirler? Merhametli midirler? Ahlâklı mıdırlar? Müslümanlığın temel şartlarına uygun yaşamakta mıdırlar? Bunlara bakılmalıdır. Sahih hadistir, Peygamberimiz, “İnsanlarla ilişkilerinizde onların ibadetlerine değil, dinarla, dirhemle olan ilişkilerine bakınız” diye Müslümanları uyarmaktadır. Yani Müslümanların namaz, oruç gibi ibadetlerine; türban ve sakallarına değil, ticaretlerinde, insanlarla ilişkilerinde düzgünler mi, ona bakılmalıdır.
Ne yazık ki, dinimizi bilmediğimiz için, birtakım ritüelleri yerine getirmekle Müslüman olunacağını zannediyoruz! Hâlbuki, namaz-oruç gibi ibadetler birer nüsukturlar, yani gübredirler. Bizi Allah’ın yolunda tutuyorlarsa bir anlam ifade ederler.
Peki, Allah’ın yolu nedir? Allah’ın ipine sarılmaktır. Birçokları ‘Allah’ın İpi’ derler de ne anlama geldiğini bilmezler! Kur’an’a göre, ‘Allah’ın ipi’, yolu Hablullahtır ki, bu aynı zamanda Hablun’min-en nas demek olan insanlığın da yoludur! Yani kibirli olmamak, büyüklenmemek, iyilik, güzellik, doğruluk, paylaşmak, adaletli olmak gibi değerleri benimsemektir.
Kutsal kitabımız birçok ayetinde bize ‘Salih amel’ yani iyi ve güzel işler yapmamızı; “hayırda yarışmamızı” öğütlüyor. Kur’an’ın özü işte budur.
ASR SURESİ’nin 1-3. ayeti şöyle buyurmaktadır: “Ancak iman edenler, iyilik güzellik ve doğruluk için çalışanlar (Amel-i Salih) Hak ve adalet için birlik olurlar. El birliğiyle güçlüklere göğüs gerip acıları paylaşanlar kurtulmuştur.”
Sahabe bu ayetleri okur, öyle dağılırmış!
İmanın hemen ardından amel-i salih’in gelmesi, iman ile amel arasında kopmaz bir bağ olduğunu göstermektedir. Sadece iman etmek yetmiyor; salih amel de olacak.
Zulme karşı çıkmayanlar, hak ve adalet için bir araya gelmeyenler, zulüm ve kötülüklere direnmeyenler, dayanışma ve yardımlaşma içinde olmayanlar ve zulmedenlere destek olanlar hüsrandadır. Âhiret günü her çağın insanı, içinde yaşadığı çağa karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediği bakımından sorgulanacaktır.
Sözün özü:
Zarfa değil mazrufa bakılmalıdır. Yani türban ve sakal bir ölçüt değildir! Müslümanlığın ölçütü önce iman etmek sonra dosdoğru olmaktır; çalışmak, üretmek ve paylaşmasını bilmektir.