Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ÖZGÜRLÜK PEYGAMBERİ

Peygamberimizin doğduğu ve yaşadığı toplumun şartları konusunda, Müslümanların büyük bir çoğunluğu pek bir şey bilmez. Hâlbuki, Kur’ân’ın mesajını anlayabilmek için, Peygamberimizin yaşadığı toplumda hâkim olan adaletsizliğin, tefeciliğin, ahlâksızlığın, sömürünün boyutlarını ve peygamberimizin bunlara nasıl isyan ettiğini iyi bilmek gerekir. Abdurrahman Şarkavî, Peygamberimizin hayatını anlattığı, “Özgürlük Peygamberi” isimli kitabında, bize bu konuda önemli bilgiler veriyor. Şarkavî’nin belirttiğine göre, Peygamberimizin yaşadığı çağda, Mekke halkı şu sınıflara ayrılmaktaydı: Mekke civarındaki vahalarla, Arap yarımadasındaki değişik şehirlere mal satan tacirler; Mekke’ye uğrayıp geçen tacirlerle Mekkeliler arasında aracılık edenler; kâra ortak olmak şartıyla, küçük tacirlere kredi açan sarraflar; tamamen faizle geçinen tefeciler! Tüm servet bunların elindeydi. Sermaye sahibi bu azınlığın yanında, Mekke’de sayıları on binleri bulan çiftlik işçileri, sarraflar, ticarethaneler ve kafilelerde çalışan görevliler ve tamamen aç insanlar yaşamaktaydı.
Büyük ve zengin kervanlar, çok uzun yollar kat ediyor; bu esnada, bedevilerin ve eşkıyaların saldırılarına marûz kalıyorlardı. Mekke eşrafı Afrika’dan getirttikleri kölelere silâh eğitimi vererek bunları kervanların ve Mekke içindeki ve dışındaki çıkarlarının korunmasında kullanıyorlardı. Mekke tüccarları arasında iş yapabilmek için borçlananlar da vardı. Borcunu vadesinde ödeyemeyen, ödeyinceye kadar, alacaklının kölesi olabilirdi. Köleye ihtiyacı olmayan bazı alacaklılar, borçlunun karısını, annesini veya kızını alabilirdi. Alacaklı tüccar bunlardan kendisi yararlandığı gibi onları, kapılarında belli bayraklar asılı olan büyük genelevlerden birinde çalıştırabilirdi. Alacaklı tüccarlar, alacağını kat be kat fazlasıyla aldıktan sonra onları ailelerine teslim ederlerdi.
Kız çocuklarının bir gün böyle bir konuma düşmemeleri için, canlı canlı toprağa gömülmelerinin sebeplerinden biri de buydu.
Mekke’nin söz sahibi yöneticileri büyük tüccarlar, sermaye sahipleri ve geniş çiftlik sahiplerinden oluşmaktaydı. O dönemin erkekleri sahip oldukları köleler, mallar, içtikleri şaraplar, öldürdükleri zavallılar ve birlikte oldukları kadınlarla övünürlerdi. Kadınlar ise, âşıkları ve doğurdukları erkek çocuklarıyla övünürlerdi. Bu çocuklara nasıl ve kimden hamile kaldıkları hiç önemli değildi.
Yoksulları koruyan yoktu. Hattâ, Kâbe’nin putları arasında, onları koruyan bir put bile yoktu! Yoksullar önemsiz varlıklardı; erkekleri köle olacakları günün beklentisi içinde, namuslu kadınları ise, azgınların zulmüyle, genelevlerde fahişe yapılacakları günün tedirginliği içinde yaşarlardı.
Bu insanlardan gerçekten çok az bir bölümü, çektikleri çilelere rağmen insanî değerlerini korumayı başarmışlardı. Bugün Arapların övünüp yücelttikleri şan, şeref, kahramanlık ve onur gibi erdemler sadece, Mekke’deki hayat tarzına başkaldırarak çöle sığınan ve orada hırsızlar ve eşkıyalar devletini kuranlara aitti.
Hz. Muhammed de, tıpkı, geçinmek için ücretli çalışan ve o uğurda can veren babası gibi, ücretli çalışıyordu. Hâlbuki, amcası Ebu Leheb ve Ebu Süfyan gibileri sayılmayacak kadar altına ve yüzlerce köleye sahiptiler.
Hz. Muhammed gençliğinde Hıfful Fudul diye bilinen bir örgütün üyesiydi. Bu örgüt, haksızlığa uğrayanların haklarını almak için gayret eden bir örgüttü. O, herkesin güvendiği örnek bir insandı. Bu yüzden ona Muhammedül emin denmekteydi.
İşte, Peygamberimizin isyan ettiği, Tebbet (Leheb) Sûresinde “Kahrolsun Ebu Leheb’in iktidarı” diye hedef alınan böyle bir düzendi!
Yeni din, Kâbe’nin putlarını tanımıyordu. Herkes tek bir ilâha yönelmeliydi. Dünya hayatında herkes, yaptıklarından sorumlu olacaktı. İstediği yolu seçmede ve dilediği gibi davranmada özgür olan insan, bunun karşılığını da mutlaka görecekti. Bu toplumda, insanların hakkı, hiçbir ayrım gözetmeksizin verilmeliydi. Zenci-beyaz, efendi-köle, zengin-yoksul, kadın-erkek ayrımı yapılmamalıydı. Bu yeni toplum, iyi korunmalı, hırsızlar teşhir edilerek cezalandırılmalı, emanet ehline verilmeliydi. Aile kurumu da koruma altına alınmalı, kadının onuru her şeyin üstünde tutulmalıydı.
Bu dinin, insanlara kılıçlarını bırakmalarını emretmesi doğru olmazdı. Aksine O, adalet, insan onuru ve hayat hakkını savunmak için kılıca sarılmaya teşvik ediyordu. Nitekim Bakara 194- “… Kim size saldırırsa siz de ona misilleme yapın..” Âl-i İmrân- 200: “Ey iman edenler! Kurtulmanız, başarı kazanmanız için sabredin ve birbirinizin sabırlı olmasını sağlayın” diye buyurmaktadır.
Evet, Kur’ân’ın Müslümanlara öğütlediği Tevekkül ve Sabır, içinde bulunulan durumu, ‘KADER’ diyerek kabullenmek değil, aksine, daha iyisi için mücadele etmek anlayışıydı! İncil ise aynı konuda “Eğer sol yanağına bir tokat atarlarsa, sağ yanağını çevir. Eğer hırkanı isterlerse, gömleğini de ver” diyordu!
Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dine göre, insanlar zulme uğrayanlara yardım etmeli, akrabalarına, ihtiyaç sahiplerine iyilik etmeli ve dünyanın nimetlerinden de yararlanmalıydılar. Ama bunların hepsinde ölçülü olmalı ve haddi aşmamalıydılar.
Bu din, Mekke’nin bel kemiği olan ve servetlerin artmasını sağlayan ticareti yasaklamıyordu. Alış veriş helâldi. Ama, kazancın yanına ek değerler koyuyordu. Kardeşlik, birlik, paylaşma ve yardımlaşma gibi.. Ve Peygamber Müslüman tacirlere, mallarının ayıbını alıcılara söylemelerini öğütlüyordu!
Bu dine göre, insanların konumunu belirleyen, sahip oldukları servetleri değil, sadece güzel işleri ve amelleriydi.
Peygamberimizin, ilk okulda okuduğumuz hayatında, bize, sürekli bir bulutun gölge olarak üzerinde durduğu gibi saçmalıklar öğretilmişti. Günümüzde de ne yazık ki, camilerimizde bile O’nun ‘mucizeleri’ anlatılmaktadır! Hâlbuki, birçok âyet Peygamberimizin sadece bir elçi olduğunu bildirmekte, Peygamberimizin kendisi de gaybı bilemeyeceğini bizzat söylemektedir!
Evet, Peygamberimizin hayatını doğru bir kaynaktan okumadan, dinimizi anlamamız mümkün değildir. İnananların çoğu ne yazık ki, Peygamberimizin hayatı konusunda pek bir şey bilmezler. Hattâ Peygamberimizin çok zengin bir insan olduğuna inananlar bile vardır! Hz. Ömer’in, ilk defa yattığı odaya girip de, ‘Peygamberimizin yatağının bir hasırdan ibaret olduğunu’ gördüğünde, ağladığını birçokları bilmez!
Bir büyük yanılgı da, Hz. Ayşe’nin “Evlendiğimde 9 yaşındaydım” demesi sebe-biyle gerçek yaşının bu olduğunun zannedilmesidir. Hâlbuki, Arap kültüründe kadınlar yaşlarını, âdet görmeye başladıkları yaşı esas alarak söylerlerdi. Eğer Hz. Ayşe 10-11 yaşlarında âdet görmüşse bu, evlendiğinde 19-20 yaşlarında olduğu anlamına gelir.
Bu kadar paylaşımcı, eşitlikçi, hürriyetçi, adalete önem veren ve insanların bu dünyada da mutlu olmalarını öğütleyen bir dinin “Namaz Dinin direğidir” diye buyurması mümkün müdür? Namaz tabiî ki, kılınacaktır fakat namazı (Cuma hariç) evinizde de kılabilirsiniz. Ancak dinin direği “Salât”tır! Yani, Allah’ın rızasını kazanmak isteyenlerin insana yönelik faaliyetler içinde olmaları! Ve camiler de aslında “SALÂTGÂH”dır. Müslüman ülkeler 1400 yıldır namaza verdikleri önemin yarısını bilime ve insana yönelik faaliyetlere vermiş olsalardı, bugün Batı’nın hâkimiyeti altında olurlar mıydı?
Ne var ki, Müslümanlara Kur’ân’ın ana mesajı unutturularak, bir “Salâtgâh”; yani eğitim-öğretim, dayanışma, paylaşma yeri olan camiler birer tapınağa dönüştürülmüştür. Çünkü, hâkim sınıfların işine, Salât’ın Namaz olarak anlaşılması ve uygulanması geliyordu. Onlar tabiî ki, haksızlıklara, adaletsizliklere, sömürüye karşı kıyam eden Müslümanları değil, Kur’ân’ın buyruğuna aykırı olarak ‘Yoksulluğunu kader diye kabullenen’ Müslümanları tercih edeceklerdir. Ne tuhaftır ki, hayatı boyunca adaletsizliğe, eşitsizliğe kıyam eden Peygamberlerini taparcasına seven Müslümanlar, camileri 5 vakit namaz için doldurmakta fakat dışarıdaki, İslâm’ın doğduğu dönemdeki şartları aratmayacak düzeydeki adaletsizlikleri, haksızlıkları seyretmekle yetinmektedirler!
Peygamberimizin iki hadisi ile bitirelim: “Âdil bir yöneticinin bir günü, yetmiş yıl ibadetten daha üstündür.”
“Âlimin, ibadetle uğraşan âbitle arasındaki fark, on dördündeki ayın, diğer yıldızlarla farkı gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir!”(18.9.2014)

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678