Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MUSUL’U LOZAN’DA KAYBETMEDİK! (1)

Gereksiz bir Lozan tartışması yaşadık.Gerçi, Lozan konusunda söylenecek çok şey var. Fakat artısıyla, eksisiyle, Lozan her şeye rağmen bir zaferdir. 10 Ağustos 1920’de, Batılı ‘dostların’, Vahdettin tarafından görevlendirilen bir heyete, Sevr’i imzalattıkları unutulmamalıdır. Sevr’le Lozan’ı yan yana koyduğumuzda, Lozan’ın değeri daha iyi anlaşılacaktır.

 Bu Lozan tartışmalarının bir yararı da şu oldu: En azından sağ kesimden bazı isimlerin, “Sevr imzalanamadı ki” şeklinde bir itirazları vardı. Bu tartışmalar sırasında, “Hiç olmazsa Sevr diye bir antlaşmanın imzalanmış olduğundan da söz edildi ve umarız, ‘Sevr imzalanmadı ki’ itirazlarını artık duymayız” diye düşünüyorduk ki; CNNTÜRK’te, Şirin Payzın’ın bir programında, Prof. Ebubekir Sofuoğlu, ‘Sevr imzalanmadı’ demesin mi! Sayın profesörümüzün inanıyoruz ki, Atatürk’e muhalif isimlerden birisi olan Kâzım Karabekir Paşa’nın, Sevr’in imzalanmasına gösterdiği şiddetli tepkiden haberi yoktur. 10 Ağustos’ta, Sevr Antlaşması’nın imzalanması üzerine, Kâzım Karabekir Paşa, 16.8.1920 tarihinde Meclis Başkanlığına başvurarak şu talepte bulunmuştur: “Şûrayı Saltanat’ta Türkiye’nin hayat ve mevcudiyetini söndüren bu zulüm muahedesinin imza edilmesine karar ve rey veren esâmîsi mâlûm şahısların ve muahedenameye imza koyanların ihâneti vataniye ile itham olunması ve haklarında hükmü gıyabî verilmesini ve bu vatansızların isimlerinin her yerde lânetle yâd edilmesinin ilân ve tamim olunmasını” (Kâzım Karabekir, “İstiklâl Harbimiz”, s. 795).
Bunun üzerine Meclis, 19.8.1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşması’nı imza edenlerle, antlaşmanın kabulü için yapılan tartışmada oy veren Saltanat Meclisi üyelerini vatan hâini olarak kabul etmiştir (Turgut Özbay, “Lozan’dan Sevr’e Türkiye” s. 73).
Sevr Antlaşması’nın imzalandığı bu kadar açık ve nettir.
Lozan’ı tartışmaya açan Cumhurbaşkanımız, Musul’un Misak-ı Millî’ye dahil olduğunu dile getirdi. Musul tabiî ki, Misak-ı Millî’ye dahildi. Fakat, İngiliz entrikaları ve İç Cephe’nin dağınıklığı sebebiyle vatan topraklarının dışında kalmıştır. Bundan kastımız, Atatürk’e karşı olan paşalarla eski İttihatçıların; Kâzım Karabekir Paşa’nın başkanlığında kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın sorumsuz muhalefeti ve Şeyh Sait isyanıdır. Eski İttihatçıların ancak, 1926 yılı Haziran ayında, Atatürk’e  karşı düzenledikleri İzmir Suikastı teşebbüsünden sonra tasfiye edilebildiklerini de hatırlatalım!
Fakat, bunu da hemen ekleyelim ki, biz Dünya Harbi’ne katılmasaydık; Musul’un kaybı söz konusu olması mümkün değildi. Hiçbir güç Musul’u bizden koparamazdı. Ne var ki, I. Dünya Harbi’nin dışında kalmamız mümkün olduğu hâlde, bizi bu harbe sürükleyen,  Enver Paşa  ve maceracı İttihatçılar yüzünden kaybettiğimiz harbin sonunda, Musul ve Halep de elden gitmiştir. dır. Bunda, Mondros Mütarekesi’nden sonra, Musul’un işgaline seyirci kalan Padişah Vahdettin’in de payı büyüktür. Mondros ateşkes anlaşmasına göre, İngilizler, anlaşmanın imzalandığı tarihte Türk kuvvetlerinin elinde bulunan bölgelere girmeyeceklerdi. Ne var ki, İstanbul Hükümeti, Atatürk’ün uyarılarına rağmen, İngiltere’ye karşı en küçük bir direnç gösterememiştir.
 Bu yazı dizisinde, “Tarafsızlık” siyasetini terk etmemizin vahim sonuçları üzerinde duracağız. Bu yüzden, iki büyük Dünya Harbi’nde de büyük faturalar ödedik. Musul ve Halep de bu faturaların içindedir.
 Genellikle, bu coğrafyadaki 500 yıllık hâkimiyetimizden söz edilir ki, bu doğru değildir. Arkeolojik bulgulara göre, bu coğrafyadaki Türk varlığı için beş bin yıllık bir geçmişten söz edilse de, bu varlığın, kesintisiz olarak, bin yıldan daha uzun bir süre devam ettiği bilinmelidir. Paralı asker olarak Abbasîlerin hizmetinde bulunan Türk savaşçılar, VIII. yüzyıldan itibaren önemli görevlere getirilmişlerdir. Meselâ Hemedan ve Musul valiliği yapan Zübeyr bin el-Türkî bunlardan birisidir. Türkler bu yüzyılın sonunda, Abbasî Devleti’nin gerçek hâkimleri olmuşlar ve zamanla bu hâkimiyet Suriye, Mısır ve Cezayir’e kadar bütün Arap topraklarını kapsamına almıştır.
Prof. Faruk Sümer’in belirttiğine göre, İkinci Abbasi halifesi Ebu Mansur Cafer’den itibaren, Abbasî ordularında Arap, İranlı ve Berberilerin yanında, Türk askerleri de bulunmaktaydı. Lâkin, Türklerin Abbasî İmparatorluğu ordusunda en şerefli  mevkii almaları; bu devletin yegâne dayandığı bir kuvvet hâline gelmeleri, Halife Mutasım (833-842) devrinde olmuştur. Mutasım’ın annesi Türk’tü ve kendisi de mizaç ve karakter olarak Türklere benziyordu. Bu sebepten, selefî Memun’un İranlılara meyli olmasına rağmen o, Türk’lere zaaf derecesinde bir sevgi ile bağlıydı. Devleti Türk askerleri ve bürokratlarıyla yönetti. Mutasım’ın ölümünden sonra, Türk’lerin itibarı daha da arttı. Bağdat Türk hassa askerleri arasında önemli bir mevkiye gelen Tolun adlı bir Türk komutan Mısır valisi olur. Türk komutanların çocukları önemli valiliklere tayin edilirler. Örneğin, Boğa’nın oğlu Musa Rey/İran valiliğine; Bayıkbey İskenderiye; Berka Libya valisi; Amacur el Türkî Şam valisi; Kundacıkoğlu İshak ise Musul valisi olur.  Tolun Bey ölünce yerine, geçen oğlu Ahmet, Mısır’da Tolunoğlu devletini kurar. Bu devlet 905 yılında sona ermiş ve yerine Türk Ihşıdiler devleti kurulmuştur. Bilindiği gibi, daha sonra, Mısır’da yine bir Türk devleti olarak Memlûk Devleti kurulacaktır. Yavuz Selim 1516’da Memlûk ordusunu yenerek, bu defa Osmanlı hâkimiyetini sağlayacak; bu coğrafyadaki  Türk hâkimiyeti, başka bir hanedanla devam edecektir.
    Bu coğrafyadaki Türk hâkimiyeti hakkında, Prof. Halil İnalcık da şu bilgiyi vermektedir: “1055’te Bağdad’da Abbasî halifesi, İslâm ülkelerinin idaresini resmen Selçuklu Sultanı Tuğrul’a bırakmış, bundan sonra İslâm dünyası çoğunlukla Türk hanedanlarının idaresinde yaşamıştır” (‘Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı’ s. 13).
   1174-1252 yılları arasında, Mısır ve Suriye dolaylarında hüküm sürmüş olan Eyyubî Devleti de bir Türk devletidir. Bu devletin kurucusu olan Selâhattin Eyyubî’nin annesinin asil bir Türk ailesine mensup olduğu kesin  bilgidir. Selâhattin Eyyubî Türk Musul Atabeklerinin yanında yetişmiştir. Musul Atabeki olan, Mısır ve Suriye’de hâkimiyet kuran İmadettin Zengi ve oğlu Nurettin Mahmut Zengi’nin Zengiler Devleti (1144-1174), Nurettin Zengi’nin ölümünden sonra yıkılmış ve Selahattin Eyyubî, Eyyubîler Devleti’ni (1174-1250)  kurmuştur (Türkiye Tarihi, Cilt I. S. 204). Bu devletlerin bayraklarındaki sembol; Selçukluklarda, Artuklularda ve Mengüceklerde olduğu gibi kartaldır. Eyyubî’nin kardeşleri dahil pek çok akrabası Türkçe isim taşımaktadır. Kardeşleri arasında Turanşah, Gökböri, Tuğtekin isminde olanlar vardır (Prof. Faruk Sümer, “Oğuzlar”, s. 161).
    Devrin şairlerinden İbn Senaülmülk’ün bir şiirindeki şu beyit de, Eyyubîlerin bir Türk Devleti olduğunu göstermektedir: “Arap milleti; Türklerin devletiyle yüceldi.  Ehl-i Salip davası Eyyüb’ün oğlu tarafından perişan edildi” (A. Tayyar Önder, “Türkiye’nin Etnik Yapısı”, s. 177).
Bu coğrafyanın halkları, bin yıl TÜRK BARIŞINI tadarak, huzur içinde  yaşadılar. Bizden sonra, aydınlarımızın  ‘medeniyetin temsilcileri olarak gördükleri’ emperyalist devletler bu coğrafyayı  cehenneme çevirdiler.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678