Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MİLLÎ DEVLET SENTEZİMİZDİR! (3)

Bu yazımızın önceki bölümlerinde ifade ettiğimiz gibi, Osmanlı’nın çöküşe sürüklenmesinin temel sebebi, bütün modern Avrupa Devletleri bir millete dayandığı hâlde, Osmanlı Devletinin bir millete dayanmamasıydı.

Osmanlı devleti’nin kurucu olan Türkler, zamanla devlet yönetiminde etkinliklerini kaybetmiş ve vatan mefhumu olmayan; Padişahı velinimetleri kabul eden, devşirmeler yönetimde hâkim duruma gelmişlerdi. Prof. Faruk Sümer, bu durumun sonuçlarını şöyle anlatır: “XIX. Asrın ikinci yarısında Anadolu’yu gezen Avrupalılar, yoksul fakat asil ruhlu ve namuslu  olarak gördükleri Türk Milleti’nin ölmekte, fena idareciler elinde mahvolmakta olduğunu söylüyorlardı. Yine bu seyyahlara göre, aynı ülkede yaşayan Hıristiyanlar  ise müreffeh bir hayat sürmekte, Türklerin nüfusu  azalmasına karşılık  onlarınki gittikçe çoğalmak idi” (“Oğuzlar”, s. 216).
Romen tarihçi Jorga da, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” isimli kitabının sonunda, ‘günümüzün Osmanlı hayranlarının ve Türklük hassasiyetlerini kaybetmiş bilcümle aydınların’ dikkatle okumaları gereken şu tespiti yapmaktadır: “Bugüne kadar Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin; ayrıca 16. ve 17. yüzyıllarda yaşayan devşirmelerin haleflerinin hükmündeki İstanbul’da ve Rumeli’nin, Makedonya’nın ve Anadolu’nun köylerinde, beş yüzyıldan beri, atalarının cesareti ile kurulan devletin gidişatından tamamen soyutlanmış bir halk yaşamaktadır. Bu halk, Türk halkıdır.  Jön Türklerin, misyonlarını yerine getirmek için yapabilecekleri en güzel hizmet, bu gayretli, namuslu, çalışkan ve kanaatkâr, son derece misafirperver, fedakâr ve dindar halkı, tefecilerin ve genelde başka soydan gelen memurların baskısından kurtarmak ve Fransızca kitaplar okumasa, gazete çıkarmasa ve mecliste bir konuşmanın ne anlama geldiğinin bilincinde olmasa da, bu halka tarihi rolünü geri vermektir” (Jorga;  Cilt 5, s. 525).
Devşirmelerin ‘Etrak-ı bî idrak’ yani, ‘İdraksiz Türkler’ diye aşağıladığı; Maceracı İttihatçıların mahva sürüklediği, emperyalist devletlerin Balkanlardan sonra Anadolu’dan da sürmeye kalktığı Türk Milleti’ni yeniden ayağa kaldıran, hâkimiyetin sahibi yapan, bütün dünyanın saygı duyduğu bir millet hâline getiren Atatürk’tür. Fakat ne yazık ki, O’nun ölümünden sonra ülke yönetimine hâkim olan Tanzimatçı anlayış, devletimizin yeniden emperyalist devletlerin hegemonyası altına sokulmasına ve Türk Milletinin tarihî rolünü yeniden kaybetmesine sebep olmuştur.
Tanıdıktan sonra Atatürk’e hayran olan Ziya Gökalp, Atatürk’ün Türklük bakımından  önemini şu sözlerle vurguluyor: “Evvelce, Türkiye’de Türk Milleti’nin hiçbir mevkii yoktu. Bugün her hak Türk’ündür. Bu topraktaki hâkimiyet Türk hâkimiyetidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk halkı hâkimdir. Bu kadar kati ve büyük inkılâbı yapan zat, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür.”
Falih Rıfkı da, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı hakkında  şu değerlendirmeyi yapıyor: “Aslâ siyasî ırkçı ve Turancı değildi. Türkiyeci, Türkiye Türkçüsü idi.  Sonradan dil ve tarih bakımından o kadar sarıldığı milliyetçilikte Asya’ya doğru ve geriye doğru bakmazdı.  Bu meselelerle de sonradan ilgilenmiştir. Mustafa Kemal, büyük bir realistti. Siyasette ütopyacı zaaflarına düşmekten kaçardı. Ziya Gökalp, tanıdıktan sonra Mustafa Kemal’e hayran kalmıştır. Çünkü devrimci olarak, en ileri Türkçülerin bile kurtulacaklarını sanmadıkları Ortaçağ müesseselerini bir hamlede yıkmış ve Türk Milliyetçiliğine engin ufuklar açmıştı. Kurtuluş devri nihayet bulduktan sonra, devrimcilik eseri,  ilk zamanlar hatıra gelmeyen hayret verici ‘tecanüs’ gösterecek ve ileri Türkçüler bütün harekete ‘Kemalizm’ ismini vereceklerdir”(Çankaya”, s. 369).
Türkçülüğün en saygın isimlerinden biri olan Yusuf Akçura ise  şunları söylüyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin, başta Büyük Millet Meclisi adı ile, sonra da gerçek adı ile kurulması, Türk Milliyetçiliği açısından Türkçülük ideallerinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayatlarında gerçekleşeceğini ümit bile etmedikleri ideal, bir Türk dâhisinin gücüyle gerçek olmuş, Millî Türk Devleti kurulmuştur!”
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Millî Devlet olarak kurulmasının önemini kavramak için, Osmanlı’nın çöküş döneminden günümüze kadar olan serüveni çok iyi bilmek gerekir. Bugün Yeni Osmanlı hayali kuranlar, bu tarihi iyi bilselerdi, inanıyoruz ki, onlar da bu Cumhuriyete sahip çıkarlardı.
Yahya Kemal’in çok güzel ifade ettiği gibi, “Kökü mazide olan atiyiz!”  Geçmişimizi çok iyi bilmek zorundayız. Bu; geçmişte yapılan hataları da iyi bilmek demektir ki, bunun adı tecrübedir. Ahmet Cevdet Paşa boşuna “Devlet adamları tarihi okurlar” demiyor! Prusya kralının, kendisinden üç müneccim isteyen  Padişah III. Mustafa’ya, “Ben tarih okurum” diye cevap vermesi de bize tarihin önemini göstermiyor mu?
Kıssadan hisse:
Devleti yaşatmak için İslâmcılığa, Osmanlıcılığa ve kısmen Turancılığa tutunan Osmanlı’nın, ‘Türklüğe dayanmak’ geç akıllarına geldiği için  yıkıldığını bilirsek, ‘Anayasadan Türklüğü çıkarmak  gibi’ akla ziyan işlere de kalkışmayız. Çünkü bu fantezilerle bu Cumhuriyet de elden gider!
Dikkatinize sunmak istediğimiz bir konu da, tarihimizde, Türklüğe önem veren devlet adamlarının hedef tahtası yapılmasıdır. Bu herhâlde tesadüfî değildir. Meselâ IV. Murat müstebit bir padişah olarak tanımlanır. Hâlbuki, Romen  tarihçi Jorga, sert yöntemleriyle İmparatorluğu kurtarmaya çalışan IV. Murat hakkında şunları yazar: “Zamanının en güçlülerini, talepkâr ve doymak bilmeyen devşirme sınıfını; ayrıcalıklı askerleri, hattâ ulema sınıfını hedef alan bu kurtuluş harekâtı, hâlâ etkili olan geleneklerin dışında, İstanbul’un gerçek Türk halkının sempatisi ile büyük ve beklenmedik bir destek buldu. Venedik Balyosu’nun, yaklaşık bir milyon olduğunu tahmin ettiği İstanbul halkının sadece yarısı, ataerkil zamanlardan beri, sade, dindar ve barış içinde yaşayan ‘doğuştan Türk’tü.’ O kadar barış içinde yaşıyorlardı ki, dört yıl içinde dört cinayet görülmemişti.”
Alman istihbaratçısı Steinbach, her ne kadar “Türk Milleti diye bir millet yoktur” dese de; bir Batılı tarihçi Türkler hakkında bu övgü dolu cümleleri kurabiliyor!
Jorga’nın belirttiğine göre, Venedik Balyosu Türkler için, ‘dinlerini bir kenara bırakırsak, bulunabilecek en iyi halk” demektedir. Yine Jorga, Sultan IV. Murat’ın  Anadolu’daki seferlerinde en güvendiği birliklerin İstanbul’daki Türk loncalarının oluşturduğu birlikler olduğunu belirtmektedir (Jorga, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”,  Cilt III, s. 378).
  Jorga, “IV. Murat’ın devşirme sınıfından kurtulmak istediğini fakat gerçek Türkler, iki yüzyıl boyunca ihmal edilmiş; fakirliğe, bilgisizliğe itilmiş ve iktidara karşı duydukları korku ile her türlü çabaya karşı besledikleri nefretle iyice sindirilmiş  olduklarından;  onların arasından bir yönetici sınıfının çıkması beklenemezdi.  İntikamlarını alan sultanı saygı ile selâmlamak ve erken ölümünün ardından gözyaşı dökmekle yetindiler” diye yazmaktadır.
  II. Abdülhamid de, IV. Murad’ın akıbetine uğrayanlardan biridir. Tarih kitaplarımızda, ‘Hürriyet Düşmanı, Kızıl Sultan ve Müstebit Padişah’ olarak tanımlanır.  Sanki karşımızda bir Padişah değil de, halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı varmış gibi!
O da Türklüğe önem veren bir isimdir.
 Büyük Atatürk’e gelince: Türk Milleti’nin yüce Bozkurt’u en şiddetli ve en hayasız saldırıların da hedefidir. ‘Suçu’, Türklüğü bu devletin temeli yapması; Millî bir Devlet kurması ve  anti emperyalist bir milliyetçiliği benimsemesidir!

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678