Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

MİLLÎ DEVLET SENTEZİMİZDİR! (1)

Tarih şuuru olmayan, emperyalizmi tanımayan bazı kesimler, Cumhuriyetimizin Millî Devlet esasına göre kurulmasının, günümüzdeki bütün sorunların kaynağı olduğu şeklinde çok yanlış bir anlayışa sahipler. Bu anlayış, “Bu devlet, ‘İKİ MİLLET’ esasına göre kurulmayarak, Kürtlerin hakları gasp edildi” diyen bölücülerin de işine geliyor. Hâlbuki, Cumhuriyetimizin Millî Devlet olarak kurulması, geçmişteki İslâmcılık, Osmanlıcılık ve Turancılık gibi fikirlerin başarısızlığının bize kazandırdığı bir tecrübenin sonucudur.

Millî Devlet bizim sentezimizdir.
Türklüğe ve Türk Kimliğine dayanan Millî Devlet yapımız, Türkiye üzerinde hesapları olan Batılı ülkelerin istihbarat örgütlerinin ve bu örgütlerin kontrolünde görev icra eden  gayri millî Sivil Toplum Kuruluşlarının da hedefindedir. Bunların propagandalarıyla,  milletimizin ancak liberal ve kozmopolit bir kültürle çağdaşlaşabileceğine inanan Batı hayranı aydınlarımız da, Milliyetçilik ve Millî Devlet karşıtıdır. Emperyalist Batı, bırakınız milliyetçiliği; ırkçı politikalar uygulamasına rağmen (Amerika’nın yerli halkına ve köle olarak Amerika’ya taşıdıkları Afrika halklarına yaptıkları, bu ırkçılığın tipik bir örneğidir), bu ülkenin aydınlarının Milliyetçiliğe ve Millî Devlet yapımıza  düşman olmalarını başarmıştır.
Alman istihbaratçısı Udo Steinbach’ın, Türk Milleti hakkındaki şu aşağılık tahlili, Batı’lı odakların ülkemizde sürdürdükleri psikolojik harbin boyutlarına bir örnektir: “Sorun, Atatürk’ün bir Paşa fermanıyla yarattığı yapay bir ürün olan Türk Devleti ve Türk Milletidir.  Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in Milliyetçilik ilkeleridir.  Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk Milletidir. Böyle bir millet yoktur. Olmadığını, Türkiye’de yaşanan Kürt-Türk, Müslüman-Lâik, Alevî-Devlet çatışmalarında görmekteyiz.”
Sanki, Selçukluyu ve Osmanlı’yı  Türkler kurmadı! Bu devletler Türklerin Devleti değil miydi? Bu topraklara ‘Türklerin Yaşadığı Ülke’ anlamında “Türkiye” adını Batılılar vermedi mi? Sanki Türk Milleti kavramını Atatürk uydurdu!
Emperyalist odakların, gerçekleri tahrif ederek yaydıkları bu yıkıcı fikirler, ne yazık ki, bu ülkede kabul görebilmekte; bu ülkenin bir Dışişleri Bakanı  (Davutoğlu) çıkıp, “Ulusçulukla hesaplaşmanın zamanı gelmiştir” diye konuşabilmekte; okullarımızda, ‘Millî And’ın söylenmesi yasaklanabilmekte; Devlet Katında, Millî Devlet yapımız, ‘İç Barışın Bozulmasının sebebi’ olarak algılanabilmekte; ’36 etnik kimlik’ vurgusu ile etnikçilik yapan bir Başbakan,  “Her türlü milliyetçilik ayaklarımın altındadır” ifadelerini kullanabilmekte; Anayasamızdan Türklüğün çıkarılması gibi bir saçmalık dile getirilebilmektedir!
‘Atatürk’ün kurduğu partiyiz’ diyen ve 6 ilkesinden biri “Milliyetçilik” olan CHP’nin bile, Milliyetçilik kavramını kullanmaktan kaçınması ilginç değil midir? Bunda, Atatürk’ün Anti Emperyalist Milliyetçiliğinin unutturulmuş olmasının ve 1970’li yıllarda, milliyetçi düşüncenin, -çok yanlış olarak- bir partiye mal edilmesinin de etkisi olmuştur ki, bunun da dış odakların bir manipülâsyonu olduğuna kuşku yoktur.
Atatürk,  Anti Emperyalist ve barışçı bir milliyetçilik anlayışı ile tüm ülke insanlarını kucaklamasını bilmiştir. ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözü bunun en güzel ifadesidir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün kurduğu devlet sistemini,  ‘Milliyetçi Halk Rejimi’ olarak tanımlar. Bu anlayışa göre etnik olarak Türk olmak gerekmez; bu topraklarda yaşamak yeterlidir. Bu milliyetçilik, Batı’daki gibi ırkçı değildir. Batılı tarihçiler bile, Türklerin tarihin hiçbir döneminde ırkçı olmadığını kaydetmektedirler.
Fransız tarihçisi Jean Paul Roux, Türkler hakkında şu tespitleri yapmaktadır: “Maddî ve mânevî sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı  acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askerî anlayış, üste kesin itaat, kendisinin yaşamını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi; toplumsal sınıflar çok güçlü bir şekilde yapılandırılmış olmakla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları” (“Türklerin Tarihi”,  s. 27).
Rus tarihçi Gumilev de, “Irkçılığın kadim Türklerin kültürüne yabancı olduğunu” belirtmektedir (“Eski Türkler”, s. 209).
Türk Milletine yöneltilen ‘Irkçılık’ suçlamalarının kaynağı Batı’dır. Bundan maksatları da tabiî ki, Milliyetçi düşünceye aydınlar nezdinde itibar kaybettirmek ve böylelikle, Türkiye’nin Batı’nın hâkimiyetinde kalmasını garanti edecek liberal ve kozmopolit düşüncelerin toplumda yayılmasını, kök salmasını sağlamaktır. Ne yazık ki, Tanzimat Dönemi’nden bu yana, bu topraklarda, bu anlayış son derece yaygındır.
Osmanlı toplumunda milliyetçilik en geç Türkler arasında gelişmiştir. Osmanlı aydınları, Osmanlıcılık ruhunu canlandırarak, imparatorlukta yaşayan milletlerin bir arada tutulabileceklerine inandıklarından, Türkçülere iyi bakmamışlar; Türkçülük uzun zaman ‘bölücülük’ olarak görülmüş;  Türklüğe dayanan “MİLLÎ  DEVLET” gibi devrimci bir düşünce  de gündeme bile gelememiştir.
Türkçe bile, ancak 1876 yılında resmî dil olarak kabul edilmiş;  II. Abdülhamid’in buyruğu ile, 1876 Anayasasının 18. maddesine, “Devletin resmî dili Türkçedir”; 19. maddesine de, “Türkçe bilen herkes kendi yeteneklerine göre memuriyete girebilir” hükmü konulmuştur.
Ne yazık ki, Osmanlı, Türklüğün önemini bir hayli geç kavramıştır.
Hıristiyan unsurların ve hattâ çok güvenilen Müslüman Arnavutların ve Arapların milliyetçilik davası gütmeye başlamalarından  sonradır ki, artık ‘Osmanlılıkla’, ya da ‘Tüm Müslümanların Birliği’ anlayışı ile devletin ayakta kalamayacağı; devletin varlığının ancak, Türk’e dayanılarak sürdürülebileceği gerçeği görülebilmiştir.
Ahmet Cevdet Paşa bir lâyihasında, “Asıl kuvvetini Türklerden alan Osmanlı Devleti’nin bir Türk devleti olduğu, Türklerin kadrinin diğer kavimlere nispetle daha büyük bilinmesi gerektiği ve Türkçenin bir bilim dili hâline getirilmesi” üzerinde durur.
Sultan Abdülhamid de bu düşüncededir ve 1893 yılında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk unsurunu kuvvetlendirmeğe dikkat etmeliyiz. Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mâl etmek şarttır” (Nurer Uğurlu, “II. Abdülhamid’in Hatıraları”,  s. 237).
Prof. Mehmet Genç’in belirttiğine göre de,  Abdülhamid döneminde, devletin bekası için öngörülen dört şarttan biri, ‘Yönetimde ağırlığın Türklerde olmasıdır'(SKY TV, 31.7.2013).
-Şartların dayatması ile-,  Türklüğün yeniden hatırlanması konusunda, değerli tarihçimiz Prof. Faruk Sümer de, şu tespiti yapmaktadır: “XIX. Yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar, Türklerin devletin dayandığı aslî unsur olduklarının, Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkûr asrın ikinci yarısında Cevdet Paşa, Abdülhamid’in Sadrazamı Said Paşa ve hattâ Abdülhamid’in bu hususu anlamış oldukları söylenebilir” (“Oğuzlar”, s. 216)!
Tuhaftır ki, çökmekte olan Osmanlı, devletin ancak Türklüğe dayanılarak yaşatılabileceğini görerek, bu doğrultuda bir politika takip etmişken; günümüzün ‘Yeni Osmanlıları’, Türk Kimliğini ve Millî Devlet yapımızı ‘en önemli sorun’ olarak görmektedirler!
Günümüzde Türklük sorgulanmakta; Türklüğün Anayasadan çıkarılması gündeme getirilebilmektedir!
Enteresan olan şey ise,  Türklüğe ve Türk Milleti’ne bu saldırılar karşısında Atatürkçü ve Milliyetçi yapıların bu sessizliğidir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678