Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ÇIKIŞ YOLU VAR! (II)

Önce Cemaate yapılan 14 Aralık operasyonu hakkında bir tespit yapalım. Hukuk Devletini birlikte ayaklar altına aldılar. Millî Orduya Kumpası birlikte kurdular. Ne var ki, “Keser döner sap döner; gün gelir hesap döner” deyişi müthiş bir şaşmazlıkla, bir kez daha gerçekleşti ve şimdi hesaba çekiliyorlar. Herkes yaptığı hukuksuzluğun hesabını kanun önünde mutlaka vermelidir fakat bu hesap sorma mutlaka meşrû sınırlar içinde olmalıdır.
Gelinen bu aşama, ‘günün muktedirleri dahil’ herkes için ‘Kıssadan Hisse’ çıkarmanın da zamanıdır. Millî bir bürokrasinin hâkim olduğu, Hukuk Devletine bağlı, bağımsız bir yargının varlığını sürdürdüğü bir Millî Devlet herkesin güvencesidir. Kendi kafalarına göre bir devlet oluşturmaya kalkanların bir bölümünün hazin sonunu seyrediyoruz. Diğer bölümü ise, hesap sorulmasını geciktirmek için filmi olabildiğince uzatmak gayreti içinde!
Siz bakmayın ‘Kemalizm öldü’ diyenlere; bugün, devlet olarak içine sürüklendiğimiz kaostan kurtulabilmemiz için, 1930’ların ruhunu çok iyi anlamamız şarttır. Batılı dostlarımız ve içimizdeki işbirlikçileri de bunu çok iyi biliyorlar. Var güçleriyle Atatürk dönemini ve Atatürk’ü karalamalarının sebebi budur. Bu çevrelerin temel sloganları, Atatürk döneminde demokrasi olmadığı ve Müslümanlara baskı yapıldığı yalanlarıdır. Geçen haftalardaki bir yazımızda, Atatürk döneminde, Avrupa’nın birçok ülkesinde bile bugünkü anlamda bir demokrasi olmadığını; ayrıca, o dönemde Türkiye’nin, dünyanın birçok ülkesinden çok daha huzurlu ve güvenli bir ülke olduğunu örneklerle açıklamaya çalışmıştık.
Atatürk döneminde dinin yok sayıldığı konusuna gelince; bu konuda söyleyecek çok sözümüz var. Fakat önce şunun altını çizelim: Bir Müslüman’ın Atatürk dönemini hakkaniyetle ve günaha girmeden değerlendirebilmesi için Kur’ân’ı Kerim’in Türkçe, düzgün bir TefsirMeâlini okuması ve Kur’ân’ın ana mesajını çok iyi kavraması gerekir. Ne yazık ki, milletimiz yüz yıllarca, Kur’ân’ın Arapçadan başka bir dille okunamayacağı yalanları ile, din konusunda bilgisiz bırakılmış; ‘dinin direği namazdır’ diyerek uyutulmuştur. Hâlbuki namaz duadır, Allah’a yakarıştır; dinin direği Salât’tır. Yüce Kitabımız yüzlerce âyetinde Salâtı; yani çalışmayı, sâlih amelde, güzel ve hayırlı işlerde yarışmayı öğütlemekte; Ahkâf Suresi 13. âyette “Önce Allah’a iman edip, sonra dosdoğru olmamız”; Nisa Sûresi 58. âyette “Emanetin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi” buyurulmaktadır.
Bu açıklamadan sonra şu soruyu soralım: Türkiye Atatürk Döneminde mi, yoksa Çok Partili Dönemde mi yüce Kitabımızın mesajına daha uygun yönetilmiştir? Ayrıca, her iki dönemi kıyaslarken, ‘Devlet adamlarının Harun gibi gelip Karun gibi gidip gitmediklerine’ de bakılması gerektiğini hatırlatalım! Yüce Peygamberimiz, kamu malını çalan bir sahabenin cenaze namazını kendisi kıldırmamış; sahabeye “Arkadaşınızın namazını siz kıldırın” diyerek tepkisini açıkça belli etmişti!
Mahmut Esat Bozkurt’un devlet adamları için yaptığı şu tespitin, o dönemin devlet adamları tarafından benimsenmiş ilkeler olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: “Devlet adamları fakir ölmelidirler ki, idare ettikleri milletler zengin ve mesut olsunlar. Devlet adamları cep doldurmaya kalkarlarsa millet fakir, bedbaht olur, dava hezimete uğrar…” Evet, Atatürk döneminde, devlet adamları işte böyle bir ahlâk anlayışına sahiptiler! Onların evlerinde para kasaları yoktu! Mahmut Esat öldüğünde cebinde beş lira çıkmıştı! Günümüzde ise “Yolsuzluk Hırsızlık Değildir” diyerek hırsızlıkları aklamaya cüret eden sözde ulemalara sahibiz!
Sevr’in çöpe atılarak, emperyalist devletlere Lozan’ın kabul ettirilmesinin mucizeden farksız bir başarı olduğunu idrak edemeyenler, Cumhuriyetin ilk yıllarında, kendilerine göre eleştirecek birçok şey bulabilirler. Ancak, şunu kabul etmek gerekir ki, 90 yıllık Cumhuriyet dönemi, devletin hak ve adaletle yönetilmesi bakımından önyargısız bir şekilde değerlendirildiğinde, Atatürk Dönemi’nin, tüm zamanların en adaletli yönetimi olduğu herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Atatürk’ün, mütevazı bir hayat yaşadığını, kendine saraylar yaptırmadığını ve bütün mallarını milletine bıraktığını biliyoruz! Saraylar yaptırmak bir Muaviye geleneğidir. Asrı Saadette ve Dört Halife devrinde, başta Peygamberimiz olmak üzere, Müslüman devlet adamları, halk nasıl yaşıyorsa öyle yaşamışlardı. O devirde hiçbir Müslüman devlet adamı ‘İtibarda tasarruf olmaz’ diyerek, şatafatlı bir hayata mazeret bulmaya kalkmazdı. O dönemde itibar takvayaydı.
Atatürk Dönemi devlet adamlarının İslâm inancını sorgulamaya kalkanlar için birkaç örnek daha verelim: 1928’de Bursa’daki Amerikan Kolejinde okuyan üç Türk kız öğrencinin Hıristiyan olmaları sebebiyle, bu okulun Amerikan vatandaşı 3 öğretmeni mahkemeye verilerek 3’er gün hapis ve 3’er lira para cezasına mahkûm edilirler. Bu kararın, 1927 yılında atanan, Amerikan’ın ilk Türkiye Büyükelçisi Joseph Grew’in bütün engelleme çabalarına rağmen verildiğini belirtelim! Amerikan Büyükelçisi, 22 Ocak 1928 tarihinde günlüğüne bu konuda şu notu düşmüş: “AP ajansı muhabiri Miss Priscilla Ring, bugün saat 16’da beni ziyaret ederek, Bursa’daki Amerikan okulunda üç (kız) öğrencinin Hıristiyan olduğunu, Türk makamlarının olay hakkında soruşturma açmış olduklarını, eğer okulda Türk çocuklarının Hıristiyanlaştırılma çabası saptanırsa okulun kapatılacağı haberini verdi. O tarihte Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey ve yabancı okullarına karşı! Merzifon’daki Amerikan okulunda da araştırma yapılıyor ve öğretmenler odasında bir Türkçe İncil bulunuyor!”
30 Nisan 1928 tarihli not: “Dışişleri Bakanlığımıza, Bursa’daki üç öğretmenin üç gün hapse ve üç lira para cezasına mahkûm edildiğini ve avukatın kararı temyiz ettiğini bildiren bir tel çektim” (Joseph Grew, “Gazi ve İsmet Paşa –Çalkantılı Dönem 19221932”, s. 121)!
Büyükelçi Grew, Amerikan okulları konusunda şu umutsuz değerlendirmeyi yapmış: “Eğer onlar Amerikan okullarını ve kuruluşların istemiyorlarsa, boğazlarına sarılmayı düşünecek değiliz; KAPİTÜLÂSYONLAR DÖNEMİ GEÇTİ!”
Evet, kız öğrencilerimizi Hıristiyan yapan Amerikalı misyoner öğretmenlere, Cumhuriyet, işte böyle hadlerini bildirmişti. Devri AKP’de ise misyonerliğe karşı çıkanların mahkemelerde süründürüldüklerini; 4 Temmuz 2003’te, Irak’ta, askerlerimizin başına çuval geçiren Amerika’ya nota bile veremediğimizi hatırlatırız! Bağımsızlık işte böyle bir şey!
Falih Rıfkı Atay’ın verdiği şu bilgi, Atatürk’ün İslâm Ahlâkına olan bağlılığının bir başka örneğidir: “Medenî kanunla, Türk kadınına, garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebî erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebî kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül edemezdi” (“Çankaya”, s. 410)!
Şimdi, önceki yazımızda söz ettiğimiz, Dışişleri Bakanımızın, İran’ın çok tehlikeli bulduğu ‘mezhepçiliği’ ve Suriye politikasına gelelim.
Türkiye, Atatürk’ün ölümünden sonra, birçok yazarın ve aydının bir ‘Karşı Devrim’ olarak değerlendirdiği, çok temel bir politika değişikliği yaşamıştır. Ufuktaki II. Dünya Harbi’ni gören Atatürk şunu vasiyet etmişti: “Benden sonra da Rusya ile dostluk ilişkilerini ve tarafsızlık siyasetini sürdürün!” Fakat ne yazık ki, İsmet Paşa, İngiltere ve Fransa ile 19 Ekim 1939 tarihinde bir İttifak antlaşması imzalayacaktır. Hem de harbin başlamasından hemen sonra! Hâlbuki, Atatürk, hiçbir emperyalist devletle ittifak ilişkisi içine girmemişti. Hattâ eski müttefikimiz Almanya’nın bile ittifak teklifini geri çevirmişti (Prof. Mehmet Gönlübol, “Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası”, s. 116)!
Atatürk, 1934 yılında Balkan Devletleri ile Balkan Paktı’nı kurmuş; daha sonra da, 3 yıllık çalışmalar sonunda 8 Temmuz 1937’de, zamanın bağımsız Müslüman Devletleri olan İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Paktı’nı imzalamıştı.
Bugün içinde bulunduğumuz vahim durumun temel sebebi, Atatürk’ün bu millî siyasetinin terk edilerek, Batı emperyalizmi ile, bizi vesayet altına sokacak ittifak ilişkilerine girilmesidir. Tarihimizin bu vahim hatalarını iyice anlamadan gerçekçi ve sonuç alıcı bir Çıkış Yolu bulunmasının mümkün olmadığı bilinmelidir.
Bu konuya devam edeceğiz.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678