Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

CHP VE MHP SİLKİNMELİDİR!

İktidarın dış politikasını eleştirenler, “Rusya da düşmanımız oldu. Amerika ise arkamızda değil” diyorlar! Sormak isteriz: Amerika ne zaman arkamızda oldu ki? PKK’yı kimler destekliyor? Gözümüzün içine baka baka, bu ülkenin bölünmesi için uğraşanlar kimler? Daha dün İsrail Adalet Bakanı ‘İran ve Türkiye arasında bir Kürdistan kurulmasından’ söz etmedi mi? Bu iktidarın en güvendiği Suudî Arabistan bile, bu konuda İsrail’le birlikte! ABD ve AB bize, eli silâhlı terör örgütü ile ‘masaya oturun’  diye baskı yapıyor! Türkiye, bu iktidarın sayesinde,  ‘Değerli Bir Yalnızlık’ içinde-dir!

Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Ey Amerika!” diye seslenmesinin, Avrupa Konseyi Başkanı Juncker’e, “Bizi 53 yıldır oyalıyorsunuz” diye yakınmasının ne kıymeti olabilir ki?  ‘Ey Amerika!’ hitabının peşi gelmedikçe; bu ülkeyi Batı’nın vesayetinden kurtaracak ciddî  ve kararlı adımlar atılmadıkça, bu tür söylemlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur!
İktidarın, bütün devlet arşivleri elindedir! Batı ile, Atatürk’ün ölümünden sonra kurulan ilişkileri; bu ilişkilerin bize nelere mal olduğunu bilmiyor olamazlar. Peki, bu bilgilere sahip olan ve Türkiye’nin millî menfaatlerini düşünen bir iktidarın, bu ilişkileri  gözden geçirmesi gerekmez mi? Bugüne kadar böyle bir şeye şahit olduk mu? ABD’ye ‘Ey Amerika!’ diye efeleniyoruz fakat millî menfaatlerimize en uygun proje olan, Çin’le uzun menzilli füze antlaşmasını iptal ediyoruz! Söz ve eylem uyumlu değil!
Türkiye Batı’ya muhtaç değildir. Kendi kapasitemi-zin farkında olan ve bu kapasiteyi harekete geçire-bilecek kabiliyet ve cesarete sahip bir iktidarla, bu coğrafyanın en etkili gücü hâline gelebiliriz. Fakat bunun ilk şartı, başta Rusya olmak üzere, İran, Irak ve Suriye ile ilişkilerimizi güçlendirmektir. Bu yapılmadığı takdirde,  çok daha büyük  felâketlerin, Batılı ‘dostlarımız’ eliyle kapımızı çalacağı iyi bilinmelidir.
Ne yazık ki, iktidar da, muhalefet de, bu çok önemli gerçeğin idrakinden oldukça uzaktır! Batı’nın bizi her türlü istiskaline, kullanmasına rağmen, muhalefet de, Batı ile birlikte yürümekten yanadır! Batı bizi yok etmekte kararlıymış ne gam!
Bu da bir nevi Stockholm Sendromu! Yani, cellâdına âşık olmak gafleti!
Sayın Kılıçdaroğlu’nun,  Almanya’daki basın toplantısında, ikinci bir Rus uçağının hava sahamızı ihlâl ettiği iddiaları kendisine hatırlatıldığında verdiği, “Biz angajman kurallarının uygulanmasını bekleriz” şeklindeki dehşedengiz cevabını unutmamız mümkün değil. Bu cevap, ana muhalefetin de, ABD vesayetinin Rusya ve bölge devletleriyle  geliştirilecek ilişkilerle  dengelenmesi konusunda hiçbir  hassasiyete sahip olmadığının çok acı bir göstergesidir.
Bu Batı Aşkı’nın bize nelere mal olduğu zahmet edilip araştırılmıyor. Bugün ulaştığımız millî gelir düzeyi ile övünülüyor! Hâlbuki, Batı’nın açık pazarı hâline gelmeseydik, bugün çok daha ileri bir seviyede olmamızı kimse engelleyemezdi. Burada sadece şunu hatırlatalım ki, ‘Avrupa’daki savaşta taraf olmak basiretsizliği’ sebebiyle, tam 6 yıl, milyonlarca askeri silâh altında tutarak üretimden uzaklaştırmamıza rağmen, 1946 yılında hazinemizde 250 milyon dolar altın ve dövizimiz vardı! Dış Ticaret fazlamız da tam Yüz Milyon dolardı! Dış borçlarımız ise yok denebilecek bir düzeydeydi!
Amerika’nın dayatmasıyla, Plânlı Karma Ekonomi siyasetini terk edip, liberal bir ekonomi siyaseti uygulanması nedeniyle, 1952 yılına gelindiğinde, bütün dövizlerimizi tükettik ve zamanın hükümeti ithalâta kota koymak zorunda kaldı. Kısa zamanda, resmî kura göre  2.80 Tl olan dolar, karaborsada 20 lirayı buldu! Bütün bunlar, Batılı ‘dostların’ telkinleriyle,  denetimsiz Serbest Piyasa uygulamalarının sonuçlarıydı.
1946 yılında, Batı’nın iktisadî ve siyasî vesayetini gönüllü olarak kabullendik. Peki niçin? Çünkü bu ülkenin aydınları Batı hayranıydı ve emperyalizmi tanımıyordu!
Bu Batı hayranlığı, bizi yaşadığımız coğrafyaya da düşmanlaştırmıştır. Suriye 1946’da bağımsızlığına kavuştuğunda, Cumhurbaşkanlığına Türk kökenli Şükrü Kuvvetli getirilmişti. 1940’ların sonunda, Libya’da da  Başbakanlığa getirilen bir Türk’tü! Fakat biz, ‘MEDENÎ’ Batı dururken, nasıl bu ‘geri Arap ülkeleri’ ile beraber olabilirdik ki?
Siz bakmayın bu iktidarın ‘Yeni Osmanlı’ edebiyatına; iktidarın da, muhalefetin de gözü ve aklı Batı’dadır! Batı’nın Irak, Libya ve Suriye’ye müdahalelerinde millî bir siyşaset izlendiğini kim iddia edebilir?
1948’de İsrail Devleti kurulunca, ilk tanıyan ülkelerden biri bizdik! İsmet Paşa yönetimi, kurulmakta olan NATO’ya girmek için her kapıyı çalmış fakat Türkiye NATO’ya alınmamıştı. Batılı ‘dostlarından’ ikinci darbeyi, 5 Mayıs 1949’da 10 Avrupa devleti tarafından kurulan Avrupa Konseyi’ne alınmamakla yedik! Ne var ki,  CHP’de; DP de ‘Küçük Amerika’ olmakta kararlıydılar! Batı’ya iltihakımızı, Batı bile engelleyemezdi! Nitekim, uzun uğraşlardan sonra, 8 Ağustos 1949’da, İzlanda ve Yunanistan’la birlikte Avrupa Konseyi’ne çağrıldık.
CHP iktidarı, 1950 Mayısı’nda, NATO’ya resmen ilk müracaatını yapmış fakat yalnız İtalya tarafından desteklenmişti. Demokrat Parti’nin üç müracaatı da geri çevrilir!
Ne var ki, ABD generalleri, ‘Ön Asya topraklarında üslere gerek olacağı’ görüşündeydiler! Askerlerden gelen, ‘Türkiye’de üs sağlama baskısı yüzünden’, ABD’nin, Türkiye’nin NATO’ya alınmasına karşı olan tutumu giderek değişir. İngiltere de nihayet, Orta Doğu’daki milliyetçi rüzgârların etkisini artırması ve İran’da Musaddık ve Petrolün Millîleştirilmesi olayının patlak vermesi üzerine, ‘İngiltere’nin istediği rolü oynamamız şartıyla’, 22 Ekim 1951’de NATO’ya girmemize yeşil ışık yakar! TBMM’nin 18 Şubat 1952’deki onayıyla NATO üyeliğimiz gerçekleşir.
Meclis’te bu katılma büyük bir coşkunlukla karşılanır. Milletvekilleri, “Tarihte ilk kez eşit haklarla bir ittifaka girdik” diye konuşurlar!
1. Dünya Harbi’nin ünlü generallerinden Ali İhsan Sabis, Millî Savunma Bütçesi görüşülürken şu vahim sözleri sarf eder: “Amerikan uçak gemileri derhâl Boğaz’dan geçip, Karadeniz’e açılmalı ve Montrö antlaşması yırtılıp atılmalıdır!”
Doğan Avcıoğlu, ‘Ne pahasına olursa olsun NATO’ya girme sevdası’ yüzünden yaşadığımız akıl tutulması konusunda şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hemen bütün kuvvetler NATO buyruğuna verilir. Ne yardım verilirse alınır. Amerikalıların hemen her isteği ‘kayıtsız şartsız işbirliği’ zihniyetiyle yerine getirilir!”
Adnan Menderes, bunun yanlışlığını anladığında, Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizi geliştirerek, Batı’nın vesayetini dengelemek ister. 27 Mayıs Darbesi olmasaydı, Temmuz ayında Rusya’ya gidecek ve büyük bir ticaret antlaşması imzalayacaktı! Hiç Amerika buna izin verir miydi!
ABD vesayetinde kalmamızı sağlayan 27 Mayıs’ı yıllarca, bir ‘DEVRİM’ olarak kutladık!
Aydınlarımız ve siyasetçilerimiz Batı’nın vesayeti altında yaşadığımız bu serüvenden ders almalıdır. Bu vesayet kırılmadıkça, bu coğrafyadaki varlığımızı sürdüremeyeceğimiz bilinmelidir. Türkiye bu vesayeti kıracak kapasiteye sahiptir; yeter ki, Kuvayı Milliye Ruhu’ndan beslenen bir iktidar ülke yönetimine gelebilsin.
CHP ve MHP tabanının bu potansiyele sahip olduğuna inanıyoruz. Yeter ki, bu partilerin başındaki, bencil yönetimler tasfiye edilerek; Millî Davaları kararlı-lıkla savunacak cesarete ve birikime sahip kadrolar iş başına getirilebilsin!
Bu bakımdan, bu iki partimizin tabanlarının sorumluluğu büyüktür.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678