Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

CEBRAİL “OKU” MU DEDİ?

Kur’an’ın iniş sırasına göre ilk sûresi olan Alak Sûresi’nden bahsetmek istiyoruz. Birçok Tefsir- Mealde, bu sûrenin birinci ayetindeki (İKRA) sözcüğü ‘OKU’ olarak çevrilmiş. İlâhiyatçı Hakkı Yılmaz, ‘İKRA’ sözcüğünün, ‘OKU’ olarak çevrilemeyeceğini; bu sözcüğün çok geniş bir anlamı olduğunu söylüyor. Hakkı Yılmaz, “Bu ayetteki, ‘İKRA’ sözcüğüyle, Peygamberimiz için bir şeylerin biriktirileceği ve sonra da bunların dağıtılacağının anlaşılması gerekir. Türkçede kullanılan okumak sözcüğünün, Arapça karşılığı tilâvettir. Buna, hazırdaki bir metni okumak diyebiliriz. Ancak, Kur’an’daki ‘İKRA’ sözcüğü ile, böyle bir okumanın kast edilmediği açıktır. Peygamberimiz bir şeyler öğrenecek ve sonra da bunları başkalarına öğretecektir” görüşünü savunuyor! Yani, dalga dalga gelen ayetleri peygamberimiz öğrenecek ve öğretecek!
Hakkı Yılmaz bu ayeti, “Yaratan Rabbinin adıyla öğren-öğret” olarak çevirmiş! Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ‘OKU’ olarak çevrilen, 2012 tarihli Tefsir mealinde (Cilt V, s. 652) “Ayette okumanın veya ‘herhangi bir faaliyetin’ Allah’ın adıyla ve Allah için yapılması emredilmektedir” deniliyor!
Bu faaliyet, “Öğrenmek ve Öğretmek” değil midir?
Diyanet Tefsir mealinde (Cilt V, s. 649) bu konuda şu rivayete de yer verilmiş: ‘Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken, Ramazan ayının 27. gecesi tan yerinin ağarmaya başlamasından önce, ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrail) kendisine seslendiğini duymuştur.’ Rivayete göre, Hz. Peygamber bu olayı şöyle anlatmış: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku…’”
İlâhiyatçı Mustafa Sağ, “Cebrail bir yazılı metin mi uzattı ki, ‘Oku’ desin?” diyor ve ayrıca Hira mağarasının da gerçek olmadığını belirtiyor! Kur’an’da böyle bir şey yok!
Diyanet tefsir mealinde, Alak Sûresi, 9. ve10. ayetler şöyle çevrilmiş: “Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı? Peki, düşündün mü (ey inkârcı), ya o kul doğru yolda ise?”
Hakkı Yılmaz, bu ayetteki ‘namaz kılarken’ sözünü ‘salât ederken’ olarak çevirmiş. Peygamberimiz salât ederken, yani Kur’an ayetlerini öğretirken kendisine müdahale ediliyor. Çünkü Peygamberimize ilk ayetle bu görev verilmiştir. Peygamberimizi namaz kılarken niçin engellesinler ki? Peygamberimiz salât ediyor, yani inen ayetleri öğretiyor; Tevhid inancını yaymaya çalışıyor!
Enteresandır; yüzlerce yıldır, aynı yanlışlar tekrarlanıyor. Çünkü nakilciyiz! Çünkü sorgulamıyoruz! Bunun için de, dinimizi, aracılara başvurmadan, doğrudan, Kur’an’dan öğrenmemiz ve bunun için de, Türkçe tefsir –mealleri kıyaslayarak okumamız gerekiyor. Kur’an’ı bilmemek rivayetlerin ve hurafenin din yerine geçmesine yol açıyor. Furkan Suresi 29. ve 30. ayetler bize, Kur’an’dan uzaklaşılmamasını ihtar ettiği hâlde, hadis ve sünnet denilerek Müslümanlar Kur’an’dan uzaklaştırılıyor!
Ali Şeriati, “Dine Karşı Din” isimli kitabında, ‘dindeki aracılar’ hakkında şu aydınlatıcı tespiti yapmış: “İslâm toplumunda “Dinî hükümet görevlisi” diye bir kesim yoktur. “Ruhaniyet” (Clerge) diye bir kurum mevcut olmayıp, kimse ‘profesyonel din adamı’ olmuyor. İslâm toplumunda bütün Müslümanlar, Allah ile doğrudan temas hâlindedir. Dinî ilimleri tahsil etmek herhangi bir kesimin tekelinde değildir. Lüzumu kadar ilim tahsil etmek erkek kadın her Müslüman’a farzdır. Bu iş için resmen görevlendirilmiş özel şahıslar ya da özel bir sınıf yoktur. Bu nedenle resmî molla, resmî din adamı, resmî ruhaniyet, resmî vaiz, resmi müfessir, resmî aracı yoktur. Herkes hem Hâlık’la irtibatlıdır, hem kendi çapında bir düşünürdür, hem de amellerinden, inançlarından ve dininden sorumludur.”
Bu konuda, Prof. Hüseyin Atay’ın şu tespitleri de oldukça aydınlatıcı: “Hıristiyanlıkta insanın tanrılaştırıldığı, papazların insanla Allah arasında bir vasıta olduğu, bir insanın doğrudan tanrısına yönelme ve tapma hakkına sahip olmadığı mâlum iken; İslâm dininin bütün bu aracıları kaldırıp, insanları doğrudan doğruya Allah’la temasa geçirmesi, bu hususta hiçbir ferdin, diğeri üzerine bir meziyeti olmadığını, herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğunu ifade etmesi ve bunu esas prensip kabul etmesi ile herhâlde, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinden daha üstün olduğunu, insana daha çok kıymet verdiğini ve insanın Allah’a karşı olan duygusunda yepyeni bir fikir ve dava ileri sürdüğünü kabul etmek gerekir (“Kur’an’da İman Esasları”, s. 27).
Peki, “Dinimiz aracılara izin vermediği hâlde, nedir bu profesyonel din adamları sınıfı?” Kur’an bize “Çalışın, Üretin, Hayırda Yarışın” demiyor mu?
Bakınız, Hadid Sûresi 27. ayet ne buyuruyor: “Ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerinde bir şefkat, sevgi ve merhamet meydana getirdik. Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular.”
Tevbe Sûresi 34. ayet de önemli: “Hahamların ve rahiplerin birçoğu, insanların mallarını hem haksızlıkla yiyor, hem de onları Allah yolundan alıkoyuyorlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenleri, acı bir azabın beklediğini haber ver.”
Prof. Abdülkadir Şener, Prof. Cemal Sofuoğlu ve Prof. Mustafa Yıldırım’ın müşterek mealinde, Hadid sûresinin 27. ayeti açıklanırken, Ruhban Sınıfı hakkında şu bilgiye yer verilmiş: “Zemahşerî’nin açıklamasına göre, ilk devirlerde İsa’ya inanan Hıristiyanlar, önce despot Yahudi krallarının baskı ve zulümlerine maruz kalmışlar ve bir çoğu da öldürülmüştü. Kurtulanlar ise dağlara, mağaralara sığınmışlardı. Aynı baskı ve zulüm Romalılarca da devam ettirilmişti. Bu yüzden Hıristiyanlar, korkularından sığınacak yer aramışlardı. Bu korku zamanla dünyadan el etek çekmeye, sürekli olarak zühd ve ibadetle meşgul olma haline dönüşmüş ve bu şekilde ibadetle meşgul olanlara Rahip adı verilmiştir. Zamanla bu rahipler ruhanî bir sınıf teşkil etmişler, bir statü oluşturmuşlar, dünya işlerine de müdahale etmeye başlamışlar, hatta Tanrı ile kulun arasına girerek insanların günahlarının kendileri aracılığıyla bağışlanacağı fikrini yaymışlar ve bu yolla büyük çıkarlar sağlamışlardır.”
Hz. İsa’nın kilisesi yoktu! İsa’nın döneminde olmayan birçok şeyi Hıristiyanlığa sokan Pavlus’tur. İsa’yı kutsallaştıran, Tanrılaştıran da odur. Ne yazık ki, aynı şey yüce Peygamberimiz için de yapılmaktadır. Örneğin Kutlu Doğum Haftası gibi! Hâlbuki şu hadis Hz. Peygamberimize aittir: “Beni İsa’yı övdükleri gibi övmeyin. Beni övecekseniz, bana ‘Allah’ın kulu’ deyin.”
Ali Şeriati, inananlara ve dinle ilgilenmeyenlere bakınız nasıl sesleniyor: “Ey kendi toplumunun gerilemesinden, düşüncenin dumura uğramasından ve kültürünün zayıflamasından yakınan ve bundan dolayı acı çeken sorumluluk sahibi hoca, öğrenci, yazar vb. özgürlük aşığı! Kör ve mutaassıp olan birinin okumadan, bilmeden ve anlamadan onu kabul edip iman etmesi mümkündür belki; ancak insaf sahibi bir aydın olarak sen açıp okumadan, düşünmeden ve anlamadan onu reddetme ve ona iman etme hakkına sahip olamazsın! Senin sandığının aksine, Kur’an’ın takipçileri onunla konuşmayı, ruhunu, fikrini ve sözünü bırakıp şekline kulluk etmeye başladıkları günden itibaren Müslümanlar hurafelere tapmaya başladı ve toplumsal gerileme, fikrî donukluk, dinî taassup, ilmî iktisadî ve siyasî gerileme ile karşı karşıya kaldı!”
Atatürk, milletimizin Kur’an’ı, Türkçe anlamını bilmeden Arapça olarak ezberlemeleri hakkında şu tespiti yapmıştı: “Türk Milleti yüzyıllarca anlamını bilmediği kelimeleri tekrarlaya tekrarlaya beyni sulanmış hafızlara dönmüştür!”
Bu sözün yandaş bir televizyon kanalında, ‘Atatürk’ün dinsizliğinin kanıtı’ olarak gösterildiğine şaşkınlıkla şahit olmuştuk! Bunlar milletimizin, Kur’an’ı Türkçe olarak okumalarından korkuyorlar. Çünkü o zaman, milleti kontrol edemeyeceklerini biliyorlar! Ve ne yazık ki, din sömürücülerine bu fırsatı, dinimize Fransız, sözde halka aşık aydınlarımız vermektedir!
Aydınların dinimize Fransız kalmaları, geniş halk kitleleri ile bir gönül köprüsü kurabilmelerinin önündeki en büyük engeldir. Sonuçlarını hep birlikte ödüyoruz!

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678