Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BU SURİYE DÜŞMANLIĞI NEDENDİR? (5)

Türk Milleti son yüzyılda iki büyük kırılma yaşamıştır. Bunlardan birincisi, Tek Adam Enver Paşa’nın, 1 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile imzaladığı gizli ittifak sonucu, bizi I. Dünya Harbi’ne sürükleyerek koca bir İmparatorluğu mahvetmesidir. İkinci kırılma noktamız, Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk’ün bütün uyarılarına rağmen, tarafsızlık siyasetinin terk edilerek, 1939 yılında, İngiltere ve Fransa ile ittifak yapmamızdır. Aydınlarımızın ve tarihçilerimizin nedense pek üzerinde durmadıkları, ülkemizin, yeniden Batı’nın vesayetine girmesinin yolunu açan bu antlaşmadır.
İngiltere’nin II. Dünya Harbi sonunda dünya liderliğini Amerika’ya bırakması üzerine, Amerika ile peş peşe, bu ülkeye bağımlılığımızı pekiştirecek olan İkili Antlaşmalar imzalanır. Bu antlaşmaların ilkinin tarihi 23 Şubat 1945’tir. Öyle söylendiği gibi ortada Sovyet tehditleri filân da yoktur. Türkiye, 21 Mart 1921 tarihindeki Ankara Antlaşması ile başlayan Türk-Sovyet Dostluğunu bir hamlede bitirerek, ‘Komünizme karşı mücadele bayrağını’ hattâ, Amerika’dan daha önce açmıştır! Hâlbuki, Sovyetler, Atatürk’ün sağlığında da Komünistti. Fakat, Atatürk Türkiye’si, Rusya’daki sisteme karşı olmakla birlikte, bu ülkeyle, karşılıklı çıkara ve güvene dayalı bir dostluk ilişkisi kurmayı başarmıştı. Taksim Atatürk Anıtı’nda, Atatürk’ün hemen arkasında bulunan iki Sovyet generalinin oraya, bizzat Atatürk’ün emri ile konulduğunu hatırlatalım!
Türk heyeti 1945 yılında San Fransisco’ya gittiği zaman, Sovyet tehdidini Amerikalılara anlatmaya çalışır; ancak onlarda o sıralar, ‘Rusların kahramanca savaşması çocuklarımızın hayatını kurtardı’ anlayışı hâkimdir (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1585)! Zaten, Amerikalar, Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper’den bütün bilgileri almakta olduğu için, ortada ciddiye alınacak bir Sovyet Tehdidi olmadığını da bilmektedirler!
Amerika, ancak 1947 yılından sonra, Truman Doktrini çerçevesinde, Komünizme karşı mücadelenin öncülüğünü üstelenecektir.
Nedense, Amerika’nın bu âni dönüşümü hiç sorgulanmaz! “Sovyetler Birliği II. Dünya Harbi’nde Amerika’nın müttefiki idi. Bu müttefik bir anda nasıl düşman hâline geldi?” diye hiç sorulmaz!
Kısaca anlatalım: İkinci Dünya Harbi’nden en kazançlı ülke olarak çıkan Birleşik Devletlerin, savaş harcamaları 300 milyar doların üzerindeydi. Bu korkunç bir miktardı ve Amerikan iş çevrelerinde, savaş bitince, Amerikan ekonomisinin bir durgunluğa girebileceği endişesi hâkimdi. Savaşa yönelik üretimin ekonomideki ağırlığı oldukça yüksekti. Silâh üretimi sürmeliydi! Bunun için de yeni gerginlikler gerekliydi!
Başkan Roosewelt’in ölümünden sonra Harry Solomon Truman Başkanlığa seçilince, ‘Rus Tehlikesi Var’ sloganıyla 12 Mart 1947 tarihinde, ünlü doktrinini (Truman Doktrini) Kongre’ye kabul ettirmeyi başarır. ABD, bir yandan kendine gerekli olan bir düşmana sahip olmuştur, diğer yandan da bu düşmandan, tüm ‘Hür Dünya’yı korumak misyonunu üstlenmiştir!
Gerçekten de tuhaf bir şey! Düşününüz ki, daha iki sene önce, ABD’nin müttefiki olan Rusya, bir anda ABD’nin düşmanı hâline geliyor! Rusya harp yorgunu! 20 milyonun üzerinde insanını kaybetmiş! Amerika 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye iki atom bombası atarak, on binlerce sivil Japon’un ölümüne sebep olmuş! Kimse bu haydutluğu sorgulamıyor! Rusya’nın elinde nükleer silâh yok! Nerede kaldı ki, Batı için bir tehdit oluştursun!
Prof. Mehmet Gönlübol, bu konuda şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmış: “Genellikle Batı devletlerinin, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘Batı Dünyası’, ‘Hür Dünya’, ‘Demokratik Dünya’ gibi propaganda klişeleriyle savunmak istedikleri statükonun gerçek niteliği nedir? Bu devletlerin İran’da (İran Devrimi öncesindeki İran), Suudî Arabistan’da, Yemen’de, Güney Vietnam’da (ABD vesayetindeki eski Güney Vietnam) ve dünyanın daha birçok yerlerinde savundukları tahakküm yönetimlerinin, aslında komünist ülkelerdeki yönetimlerden daha özgür oldukları söylenebilir mi” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1700)?
Truman’a göre, bu milletler özgür değildi. Onları mutlaka özgürleştirmek gerekiyordu. Bu milletleri Tanrı emrine uygun olarak özgürlüğe kavuşturmanın yegâne yolu onlara refah sağlamaktı. Refah ise ancak özgür liberal ekonomi ile olabilirdi!!!
Amerikalı yazar William Blum, Amerika’nın kurduğu bu tezgâhı şu sözlerle tanımlıyor: “Herhangi bir yabancı ülkenin insanları, kurtarılmaya ihtiyaçları olduğunu fark edemeyecek kadar cehaletin karanlığına batar, ya da kurtarma isteğinin altında yatan Amerikan güdülerinin asaletini takdir etmeyi başaramazlarsa, onlara komünizmin cehenneminde yanacakları uyarısı yapılır. Ya da CIA her zaman yaptığı işi yapar. Her şeye rağmen, her durumda kurtarılırlar” (Haydut Devlet, s.14)!
ABD’nin yarattığı bu ‘Kızıl Tehlike’ umacısı hakkında, General McArthur’un 1957 yılında yaptığı şu değerlendirme oldukça aydınlatıcıdır: “Hükümetimiz, çok ciddî ulusal âcil durum çığlıklarıyla bizi hiç bitmeyen bir korku durumunda tuttu; bizi sürekli bir yurtseverlik aşkıyla heyecan içinde bıraktı. Daima korkunç bir kötülük vardı. Eğer talep edilen büyük fonları temin ederek ve gözümüzü kapatıp arkalarından yürümezsek, bizi yutacak olan bir kötülük. Ancak geçmişe baktığımızda, bu felâketlerin hiç gerçekleşmediği görülüyor; bunların pek gerçek olmadığı anlaşılıyor (Haydut Devlet, s. 36)!
Şimdi, ‘Bunların Suriye ile ilişkisi ne?’ diye sorabilirsiniz. İlişkisi şu: Atatürk’ün, Batı’nın bütün vesayet zincirlerini kırarak kurduğu hür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti işte, bu Hür Dünya masallarına inanılarak, yeniden Batı’nın vesayeti altına sokuldu ve ne yazık ki, aydınlarımızın ve siyasetçilerimizin çok büyük bir çoğunluğu bu gerçeğin hâlâ farkında bile değil; ya da Amerika’ya teslim olmuş bir durumda!
Yaşadığımız coğrafyanın bugünkü kaos ortamına sürüklenmesinin temel sebebi bizim, bin yıl hâkim olduğumuz bu coğrafyaya sırtımızı dönerek, emperyalist devletlerin politikalarının uygulayıcısı duruma gelmemizdir. Hâlbuki, Atatürk’ün amacı, bölgedeki bütün Müslüman Devletleri Sadabat Paktı’nda toplamaktı. Nitekim, Atatürk, 21.12.1937’de bir görüşme yaptığı Suriye Başbakanı Cemil Mardam’a, “Ben önce Anadolu’yu kurtarmak zorundaydım. Ama şimdi artık din kardeşlerimize yardım edecek duruma geldik. İcap ederse Fransızlardan kurtulmanız için ordumuzla yardımınıza geliriz” diyerek, Suriye’ye her türlü yardıma hazır olduğunu bildiriyordu! Atatürk’ten sonra, Suriye sınırına mayınlar döşedik; bugün de duvarlar örülüyor!
Atatürk’e saldıranlar, Atatürk’ü alerji duyanlar bu gerçeklerin acaba farkındalar mı? Bu gerçekleri öğrenmeden bir Çıkış Yolu bulamayız.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678