Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI KADINA SAYGIYI BİZDEN ÖĞRENDİ! (1)

8 Mart Dünya Kadınlar Günü bütün dünyada, kutlanıyor. Aslında, kutlama sözcüğünü kullanmak haksızlık olur. Çünkü bilindiği gibi, bu  tarih, 1857’de, bir işçi  eyleminde yanarak ölen 129 kadın işçinin anısına, kadını yüz yıllarca ezen, kadına hiçbir statü tanımayan Batı tarafından, ‘Kadınlar Günü’ olarak kabul edilmiştir. Yani kökeninde kadının ezilmesi var.  Aslında, Batı kültüründe de, Doğu kültüründe de, kadının toplum içindeki statüsünün, insanlık için pek yüz ağartıcı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, bunun yegâne istisnası Türklerdir. Çünkü Türkün töresinde kadın çok seçkin bir yere sahiptir. Ne yazık ki, Tanzimat’tan bu yana, Batı karşısında eziklik içinde bulunduğumuzdan, tarihimize dönüp bakmayı bir türlü akıl edemiyor; Batı’nın belirlediği kriterlere göre, kendimizi imtihana kalkıyoruz! Hâlbuki, tarihe bakılacak olursak, Türk Milleti olarak insan hakları ve kadın hakları konusunda, dünyaya örnek olacak bir durumda olduğumuz görülecektir.

Evet, gerçekten de böyledir. Fakat, ne yazık ki, İslâmiyet’le ilgisi  olmayan bu ‘uydurulmuş din, Türk kadınının toplum içindeki onurlu yerini geriye itmiştir. Türk kadını Cumhuriyet Devrimi ile birlikte yeniden toplum içindeki yerini sağlamlaştırmaya başlamış fakat ne var ki, Çok Partili Hayatın ilerleyen yıllarında, din istismarcılığının siyasette hayasızca kullanılmaya başlamasından sonra; toplumumuzda, kadın hakları bakımından, Türk töresine ve İslâm ahlâkına aykırı bir anlayış yeniden hayat bulmuştur.
Türkün töresinde kadının yerinin çok özel olduğunu  yabancı araştırmacılar bile açıkça ifade etmektedirler. Meselâ ünlü Fransız tarihçisi Jean Paul Roux, “Türk toplumunda, kadınların toplum içindeki konumlarının yüksekliğinin şaşırtıcı olduğunu” belirtmektedir (Türklerin Tarihi,  s. 27).
Ünlü Rus tarihçisi Lev Gumilev de, Türklerin kadına bakışı hakkında bize şu bilgileri veriyor: “Kadına karşı davranışlarda, dikkat çekecek ölçüde şövalyelere yaraşır tarzda bir saygı vardı.  Çadıra giren oğul önce annesine, sonra babasına hürmet gösterirdi. Evli kadına tecavüz etmenin cezası ölümdü” (Gumilev, “Eski Türkler”, s. 100).
Ortaçağ Batı toplumları incelendiğinde, bu toplumların, Türk toplumlarına göre, oldukça geri bir durumda bulundukları açıkça görülür.  Ne var ki, Batı emperyalizminin ve  devşirilmiş aydınların tam bir zihin kontrolü altında olan aydınlarımızın, bu gerçeği görebilmeleri oldukça zordur.
Batı toplumlarında, kadının statüsü hakkında bazı örnekler verelim: Kadınlar ‘murdar bir mahlûk’ sayıldıkları için, İngiltere’de İncil’e el süremezlerdi. Kadınlar İncil okuma özgürlüğünü 16. yüzyılda VIII.  Henry devrinde kazandılar. İngiliz Piskoposu Dour, 1888 yılında Westminster Kilisesi’nde yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “Bundan 100 yıl evveline kadar kadının erkeğin sofrasına oturmak hakkı yoktu. Kadının sözü kızlarına bile geçmezdi. Erkek çocuklar ise analarına hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi. Roma Hukuku kadını ergin kabul etmezdi (Dr.Yaşar Kandemir, “Örneklerle İslâm Ahlâkı”, s. 86)! Arap tarihçi Mevdudî, Avrupa’daki ahlâksızlığı anlatırken, Almanya’nın Ulm şehrinde evli kadınların bile, l527 tarihlerinde geneleve devam ettiklerini söyler (Age. s. 83).
Ortaçağların hastalıklı ruh hâlinin zikredilmeğe değer bir örneği de, bütün bir Avrupa’da bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan cadı avcılığıdır. Cadı diye suçlanan kadınlar kaynar kazanlara atılmıştır. Cadı avcılığı öylesine inanılmaz boyutlar kazanmıştır ki, her kadının karanlık güçlerle bağlantısı ve Kilise’ye karşı bir komplo içinde olduğundan bile şüphelenilmiştir (George Frankl, “Batı Uygarlığı”).
Bunun sebebi Yahudi ilâhiyatıdır! Yahudi ilâhiyatında kadın, ontolojik olarak aşağı bir varlık olarak görülür. Yahudiler, Sümerlerin Lilith efsanesinden etkilenerek, kadını ‘Şeytan’ olarak vasıflandırmış; bu anlayış İsrailiyat olarak önce Hıristiyanlığa; daha sonra da Müslümanlığa sokulmuştur! Meselâ, ‘Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması’ gibi, Kur’an’a aykırı  olan bir hurafe, Müslümanlara da benimsetilmiştir!
Tahrif edilmiş Tevrat’tan etkilenen Hıristiyanlık, Hz. Havva’nın Hz. Adem’e yasak meyveyi yedirerek ilk günahı tattırması sebebiyle, kadını kötülüğün sembolü olarak kabul etmiştir. Maalesef bu ‘yasak meyve’ konusundaki gerçeğe aykırı yorumlar dinimize de sokulmuştur. Papazların evlenmeyerek kadınlardan uzak durmaları bundandır.
İslâm Hukukunda kadınlara, o döneme göre, Batı toplumlarına kıyasla, son derece ileri haklar tanınmıştı. Auguste Bebel bu konuda şu örneği verir: “Müslümanlarda bir genç kız iradesi dışında zorla evlenmeye razı edilemezdi; rüştüne ermişse anne ve babası istemese de evlenebilirdi; bu durumda iki kişinin tanıklığı yeterliydi.  Kadın evlenmeden önce, kocasına, kendinden başka bir kadınla evlenmeme ya da doğum yerinden kendisini uzaklaştırmama koşulu getirirse, bu koşullara erkek uymak zorundaydı. Erkek, evlilik sözleşmesini bozarsa çeyizi geri vermesi gerekmekteydi…. Miras hukukunun hükümleri, daha önce miras hakkından yoksun Arap kadınının toplumsal konumunu oldukça düzeltmiş, bu da İslâmiyet’i daha çekici kılmıştır” (Bebel, “Hazreti Muhammed ve İslâm Kültürü”,  s. 96).
İslâmiyet, topluma ilişkin kararların alınmasında kadınların ve erkeklerin düşüncelerinin alınacağı ‘ŞURA’yı öngörmüştür. Hz. Ömer’in, başlık paralarını kısıtlayan bir yasa çıkarması söz konusu olduğunda, Cuma Toplantısında, arka saflarda bulunan bir kadın ayağa kalkarak, ‘bu uygulama Nisa Suresine aykırı’ diye itiraz eder! Dikkat ediniz; o dönemde doğrudan demokrasi uygulanıyor ve kadın söz sahibi! Kadının ve Müslüman toplumların sürüleştirilmeleri ‘Uydurulmuş Dinin’ İslâm’a aykırı yorumlarının sonucudur.
Günümüzde, Osmanlı’daki Harem’in övülmesi de bu anlayışın bir sonucudur.  Harem’in İslâmî olduğunu kim iddia edebilir? Harem Türklerin hayatına Fatih’le girmiştir. Harem’in kadınlar tarafından övülmesi de bir başka garabettir. Hangi aklı başında kadın ikinci, üçüncü eş olmayı; ya da Haremdeki gibi, cariye statüsünde olmayı ister!
Ünlü Arap seyyahı İbni Batuta, Orhan Gazi zamanındaki Türk kadınlarını anlatırken,  bugün hayranlıkla okuduğumuz şu bilgileri paylaşır: “Türk kadınları yüzlerini örtmezler. Erkekleri onlara öyle hürmet ederler ki, görenler erkeklerini onların uşağı zanneder.”
Başın örtülmesi bir Arap geleneğidir ve coğrafyanın bir zorunluluğudur. Nur Suresi 31. ayet ‘başınızı örtün’ demiyor! Bu ayetle, ‘kadınların başlarındaki örtüyle, göğüslerini örtmeleri’ buyrulmaktadır! Yani zaten başta bir örtü var! Türban aslında rahibe kıyafetidir; İslâmî bir kıyafet değildir. Türklerde kadın tarlada, göçte, sofrada, ayinde, duada, savaşta erkeğiyle yan yana, omuz omuzadır. Kadın vali, ece, kumandan, yönetici olabilir. Hattâ  “Alp” kadınlar vardır. Alp, yüreği pek ve savaşçı, bununla birlikte ağırbaşlı ve merhametli; özellikle zayıfları koruyucu bir karakterdir. Dede Korkut hikâyelerindeki Selcan Hatun, Banı Çiçek Hatun gibi kadınlar, Alp’ten başka bir şey değildir.
Türklerde Hakan’ın, yabancı elçiler önünde eşini yanında bulundurması,  o gelince ayağa kalkması, o oturmadan oturmaması, sunulan armağanları, içkiyi önce ona vermesi yüzlerce yıl önce Arap ve Batılı gezginleri hayrete düşürmüştür.
Türkler kadına ‘Hânım’ der ki, bu, devletin başı anlamındaki  “Han”dan üretilen bir deyimdir; yani koca karısına hitap ederken ona verdiği değeri göstermek için ‘Hânım’ demektedir! Timur’un yabancı elçileri kabulünde, bütün Türk Beylerinin bu kabule eşleri ile birlikte geldiklerini gören elçiler şaşkına dönerler.
Ahmet Rıza Bey, “Haçlı seferleri sırasında Türk ve Arap kadınlarının sahip oldukları yüksek statüden ilham alan Hıristiyan şövalyelerin, Batı erkeğinin kibarlığına model olduklarını, onlar sayesinde düşüncelerin aydınlandığı, sosyal münasebetlerde zevk, şeref ve incelik gibi duyguların geliştiği” üzerinde durur (“Batı’nın Politik Ahlâksızlığı”, s. 124).
Türkler tek eşliydiler. Prof. Faruk Sümer’in, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey hakkında verdiği şu bilgi anlamlıdır: Tuğrul Bey eşi Altuncan Hatun’a çok bağlıydı. Altuncan Hatun, devlet işlerinde de Tuğrul Bey’e yardımcı olmaktaydı. Altuncan Hatun’un 1060 yılında ölmesinden sonra, Tuğrul Bey 1063 yılında, 70 yaşındayken, devlete güç katmak için, Bağdat’taki İslâm Halifesi’nin kızıyla evlenmiştir (Oğuzlar, s. 121).

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678