Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ATATÜRK’ÜN BALKAN VE SADABAT PAKTLARI (II)

Atatürk İran’la dostluğa büyük önem vermekteydi. Bu dostluk ilişkileri sayesinde, Hüsrev Gerede’nin Tahran Büyükelçiliği zamanında, İran’la 23 Ocak 1931 tarihinde bir sınır düzeltmesi anlaşması yapılmış ve devlete karşı ayaklanan Kürtlerin İran topraklarına sığınmaları önlenmişti (Bilâl N. Şimşir, “Bizim Diplomatlar”, s. 350). Hattâ, Türkiye’nin itibarını her şeyin üstünde tutan Atatürk, İran’la dostluğa halel gelmemesi için Şah’la anlaşamayan Memduh Şevket Esendal’ı, daha sonra da “Benim ilk inkılâp ve müşkülât arkadaşım” dediği Hüsrev Gerede’yi merkeze aldırmıştı (Şimşir, age. s. 350)!
Lord Kinross, bu sınır ihtilâfının çözülmesi konusunda şu çok anlamlı bilgiyi veriyor: “İran’la bir dostluk ant-laşması imzalandı. Arkasından, İran Şahı Rıza Pehlevî Türkiye’yi resmen ziyaret etti. Ağrı Dağı boyunca Türk-İran sınırı konusunda yapılan görüşmeler bir ara bozu-lacak gibi olmuştu. Bunun da sebebi iki tarafın da stratejik güvenlik bakımından üzerinde durduğu küçük bir tepe idi (Küçük Ağrı). Lâkin bu ölü nokta, iki devlet başkanının iyi niyeti sayesinde aşıldı. Görüşmeler için Tahran’da bulunan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, Gazi’den aldığı talimat üzerine, İran Şahı’nın hakemlik etmesini istemesi İranlıları şaşırtmıştı. Yüksek rütbeli bir kurmay subay haritaları getirerek, İran görüşünü savunmak için Şah’ın önüne yaydı ama o sırada, Şah’ın söylediğini dinlemediğini ve haritaya değil, kendisine baktığını fark etti. Şah subayın sözünü keserek ‘Beni ilgilendiren bir tek şey var; o da Türkiye ile dostluk bağlarımız’ dedi. Bunun sonucunda sınır çizgisi Türklerin lehine olarak dağın sırtını izler şekilde geçirildi. İranlıların da itibarı korunmuş oldu” (Kinross, “Atatürk”, s. 695).
Hasan Rıza Soyak’ın belirttiğine göre, Atatürk’e büyük bir sevgi ve hürmet besleyen İran Şahı’nın, Atatürk’e “Hazreti Gazi” diye hitap ettiğini kaydedelim (Soyak “Atatürk’ten Hatıralar”, s. 36).
Atatürk, bu dostluğun daha da pekişmesini arzu etmekteydi. 1934 yılı Haziran ayında, Türkiye’yi ziyaret edecek olan İran Şahı’nın huzurunda oynanmak üzere, Ahmet Adnan Saygun’a bir opera yazması talimatını verir. Saygun çok kısa bir sürede Özsoy Operası’nı yazar. Konuyu bizzat Atatürk vermiştir. Eserin konusunun kaynağı, İran şairi Firdevsi’nin Şehname’deki Feridun Efsanesi’dir. Efsaneye göre, Feridun’un Selim, Tur ve Iraç adlı üç oğlu vardır. Atatürk’ün telkiniyle sadece Tur ve Iraç söz konusu edilir ve efsanede değişiklikler yapılır. Yıllarca hiç çocuğu dünyaya gelmemiş olan Feridun’un eşi Hatun’un, ikiz oğulları olur. Kutlamak için bir tapınakta toplanılır. Sahnede Kötülük Tanrısı Ahriman belirir. Çocukları öldürmeye gücü yetmez fakat onları kendi çocukları ve torunlarıyla birlikte sonsuza dek sürecek hayatlarında, birbirinden ayrı kalmaya ve birbirlerini tanımamaya mahkûm eder. Eserin bundan sonraki kısmı, kardeşlerin yaşadıkları maceralarla geçer. Bu arada, İstiklâl Harbi ve onu takip eden Barış Döneminden sahneler verilir. Operanın son bölümünde gene efsaneye dönülür. Dağların arasında bir tapınakta Feridun, Hatun ve öteki Beyler bir aradadırlar! Konuşmalardan sonra Hakan Feridun sorar: “Peki, ama ben Tur ve Iraç’ı göremiyorum. Neredeler?” Bu soru üzerine hikâyeyi en başta sunmuş olan ozan, sahnenin tam karşı tarafındaki Cumhurbaşkanlığı Locası’nda yan yana oturan Atatürk ile İran Şahı’nı göstererek, “İşte Tur ve işte Iraç… Her Türk bir Tur, her İranlı bir Iraç’tır…” der.
Adnan Saygun, burada, heyecanın doruğuna varmış olan İran Şahı’nın, Atatürk’ün ellerine sarıldığını belirtir.
Atatürk, İran’la yakınlaşmayı arzuluyordu; ama bunu sağlam bir temele ve kardeşlik ilişkilerine dayandırarak sürdürmek istiyordu. İki farklı mezhebe mensup ve yıllarca didişmiş halkların kardeşliği kolay değildi. İşte, Atatürk, böyle köklü bir tarihî husumete sahip iki büyük devlet arasındaki siyasî ve mezhep ayrılıklarını aşarak, Sadabat Paktı’nı kurmayı başarmıştı.
Sadabat Paktı, İran’daki Sadabat Sarayı’nda 8 Temmuz 1937’de, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan Büyükelçileri tarafından imzalanmış ve katılan devletlerin Meclisleri tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Görüşmeler 3 yıldan fazla sürmüştür. Türkiye bu görüşmeler sırasında Rusya’yı da sürekli bilgilendirmiştir. Tevfik Rüştü Aras, bu konuda bize şu bilgiyi veriyor: “Bu yolda çalışmakla, bir hayli süre sonra taslak hazırlandı ama iş bununla da bitmiş olmuyordu. Sıra sınır anlaşmazlıklarının çözümüne gelmişti. İki müttefikimiz (İran ve Afganistan) sınır anlaşmazlığının çözümünü, Türkiye’nin seçeceği bir kişinin hakemliğine bıraktılar. Orgeneral Fahrettin Altay, bu konuda büyük hizmet verdi. İran ve Irak sınır anlaşmazlığının çözümünü ise, bu iki dost devletin başkentlerine gidişim sırasında her üç devletin temsilcileri bir arada çalışarak başarabildik. Bu başarı, dört Ortadoğu memleketi arasında sık sık görüşmeyi ve buluşmayı sağlayacak ve ileride bölgemizdeki öteki Doğu memleketlerini de aramıza almayı mümkün kılacaktı” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1469).
Cemal Granda da hatıralarında, Fahrettin Altay’ın bu amaçla üç ay süre ile İran ve Afganistan’da çalışmalar yaptığını belirtiyor.
Paktın imzalanmasından sonra, İran Şahı Atatürk’e bir telgraf çekerek, “İmzacı devletlerin, Atatürk’ün emperyalistlere karşı açtığı mücadele sayesinde var olduklarını ve bu sonucu ona ve Türk Milletine borçlu olduklarını” bildirir (Doğan Avcıoğlu, age. s. 1469).
Sadabat Paktı, o günün bağımsız Müslüman Devletleri ile imzalanmıştır. O tarihte Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan İngiltere ve Fransız mandası altındaydılar. Bu devletler II. Dünya Harbi’nden sonra bağımsızlıklarına kavuşacaklardır. Eğer Atatürk yaşamış olsaydı, Sadabat Paktı’na bu devletlerin de katılacakları muhakkaktı. O zaman coğrafyamızın kaderinin de değişeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ne yazık ki, Atatürk’ün ölümünden sonra; Amerika’ya İkili Antlaşmalarla bağlanılması; Soğuk Harp süresince bu bağımlılığın, ‘Sovyet Tehdidi’ yalanları ile örtülerek sürdürülmesi; 1930’ların güçlü Türkiye’sini emperyalist devletlerin bölgedeki taşeronu duruma düşürmüştür.
William Hale, Sadabat Paktı hakkında, ‘Bu paktın var olma sebebinin, muhtemel bir Avrupalı saldırgan karşısında, bu dört devlet arasında yeni bir amaç birliği ve dayanışma arzusu üretmek ve (Afganistan dışındaki) üye ülkelerde bulunan kalabalık Kürt azınlıkların kontrolü; Kürtlerin bir dış politika aracı olarak kullanılmaktan caydırılması konusundaki kararlılık’ olduğu değerlendirmesini yapmış (Graham Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” s. 73). Batı ile ittifak, bütün bu amaçları kaybetmemiz sebep olmuştur!
Bugün, Sadabat Paktı’nın güncelleştirilmesinin önemi meydandadır. “Araplar bizi arkadan vurdu, aman Orta Doğu bataklığına bulaşmayalım. Atatürk de buna karşıydı” söylemini sürdürenler, Atatürk’ü hiç tanımamaktadırlar ve bu söylemleriyle emperyalizmin değirmenine su taşımaktadırlar. Batı ittifakı içinde yer almamız bizi, bizim için hayatî önem taşıyan bu coğrafyadan uzaklaştırmıştır.
Bölge devletleri ile işbirliğinin güçlendirilmesi bizi dünyadan koparacak değildir. Aksine, bize dünyada daha fazla itibar kazandıracaktır. Diğer taraftan, karşılıklı güvene dayalı bu işbirliği, bölge barışına büyük katkı sağlamanın yanında, büyük ticaret imkânlarına kavuşmamızı da sağlayacaktır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678