Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ATATÜRKÇÜLER ATATÜRK’Ü ANLASALARDI! (2)

Atatürk’ün Sofya’da yaşadığı bir hadise üzerine yaptığı değerlendirme de, Türk köylüsüne verdiği değeri göstermesi bakımından önemlidir. Atatürk Askerî Ataşeliği sırasında, bir gün Sofya’da şık bir gazinoda oturmuş, orkestrayı dinlemektedir. O sırada bir Bulgar köylüsü gelip yanındaki masaya oturur ve garsonu üst üste çağırmasına rağmen garson onu önce önemsemez, sonra da servis yapmayı reddeder. Köylü ile garson tartışırlar! Gazinonun sahibi gelir ve köylüye çıkıp gitmesini söyler. Köylü, “Beni buradan atmaya nasıl cesaret edersiniz, Bulgaristan’ı benim çalışmam yaşatıyor, benim tüfeğim koruyor” diye diklenir. Bunun üzerine polis çağırırlar Fakat polis köylüden yana çıkar ve köylüye pasta ve çay getirmek zorunda kalırlar. Bulgar köylüsü, pastayı yedikten sonra hesabı ödeyip çeker gider. Mustafa Kemal Bulgar köylüsünün hakkını aramasından çok etkilenir. Bu olayı arkadaşlarına anlatırken, “Köylü memleketin efendisi durumuna geçmedikçe Türkiye’de gerçek bir ilerlemeden söz edilemez” der. Kafasında, ilerideki slogan böylece filizlenmiştir: “Köylü Milletin Efendisidir!” (Kinross, “Atatürk”, s. 111).
Atatürk bir yurt gezisi sırasında, köylüye karşı beslediği saygıyı, Tarsus çiftçilerine verdiği bir demeçte de şöyle dile getirir: “Şimdiye kadar, yani üç buçuk yıl öncesine kadar vatanın birçok unsurları içinde en zahmet, güçlük, acı çeken sizdiniz. Herkesten çok çalışan siz olduğunuz hâlde, en çok sıkıntıyı çeken sizdiniz. Bunun sebebi kimsenin sizinle ilgilenmemesi idi. Sizi düşünen pek az kimse vardı… Sizi ne zaman düşünürlerdi, bunu pek iyi bilirsiniz. Sizi ya savaş olunca, ya hazineleri doldurmak için hatırlarlardı… Sizin emeğinizden, fedakârlığınızdan başkaları faydalanırlardı. Artık bundan sonra böyle olmayacaktır. Çünkü her şeyden önce kendinizi düşünecek, kendi evinizi onaracak, kendi geçiminizi sağlayacak, ikinci derecede başkalarını düşüneceksiniz… Bundan sonra da daha iyi çiftçi ve daha iyi asker olacağız” (Kinross, age. s. 559).
Atatürk, 12 Kasım 1937’de çıktığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu gezisinden dönerken gördüğü tablodan etkilenerek, Sabiha Gökçen’e trende şunları söyler:
“İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çok cüce kalıyor. Gökçen, geçtiğimiz yerlerde fabrikalar görmek istiyorum, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, tertemiz sağlıklı insanların yaşadığı evler… Büyük yemyeşil ormanlar görmek istiyorum; gürbüz çocukların, iyi giyimli çocukların, yüzleri sararmamış, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum… İstanbul’da ne varsa, Ankara’ya ne medeniyet getirmeye çalışıyorsak, yurdumuzun her tarafını aynı medeniyete kavuşturalım istiyorum…. Ben yapabildiğim kadarını yapayım, sonra ne olursa olsun demek yok benim kitabımda. Geleceği, geleceğin Türkiye’sini, geleceğin halkını düşünmek benim görevim. Bir iş aldık üzerimize, bir savaşın üstesinden geldik, şimdi ekonomik alanda savaş veriyoruz, daha da vereceğiz… Bu heyecanı yaşatmak, bu heyecanın ürünlerini görmek gerek” (Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, s. 324).
Ülke, I. Dünya Harbi’nde ve İstiklâl Harbi’nde en seçkin evlâdlarını yitirmişti. Tarımsal ürünlerden başka bir geliri olmayan ülkede, ziraat mühendisi sayısı sadece 20’ydi! Böyle bir ülkede, ekonomik kalkınma nasıl sağlanacak, millî ekonomi nasıl kurulacaktı? Bu konuda herkes tarafından paylaşılan ortak bir düşünce de yoktu. Osmanlı’dan devralınan ve kökleri Tanzimat’a kadar uzanan ‘Liberal ekonomi ile kalkınma masalı’, hâlâ birçokları için geçerli olan tek düşünceydi! Plânlı Karma Ekonomi fikrini Atatürk geliştirdi.
Osmanlı’dan ne devralındığını bilmeden Cumhuriyet dönemini ve Atatürk’ü eleştirmek haksızlıktır, insafsızlıktır, vicdansızlıktır, nankörlüktür. Okuyun, öğrenin!
Atatürk, Cumhuriyetin ilânından sonra, ilk Başbakan olarak seçtiği İsmet Paşa’ya yazdığı mektupta, memleketin içinde bulunduğu acıklı hâli şöyle özetler: “Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil; üstelik yetersiz! Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136! Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın hâlinde. Bit ciddî sorun…Bebek ölüm oranı yüzde 60’ı geçiyor. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremidi bile ithâl ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830; yanan bina sayısı 114.408! Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400 bini geçecek. İktisadî hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları, Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Hedefimiz Millî İktisat! Bağımsızlığın sürekli olması için iktisadî bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği çok geç fark etti… Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama, yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, millî hâkimiyete dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüz yılımızın düzeyine yetişmek, kısacası başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve Esir Ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun” (Kurtul Altuğ, Aydınlık, 6.07.2013)!
Atatürk’ü eleştirenler, O’nun nasıl bir Türkiye devraldığını ve nasıl bir Türkiye devrettiğini araştırmalıdırlar. Keza, O’na ‘Batıcı’ kimliğini biçenler de, O’nun Batıcı değil, Avrasyacı olduğunu öğrenmelidirler. Balkan ve Sadabat Paktları bunun kanıtıdır.
Başbakan İsmet Paşa’nın, ‘Fransa ile savaşmak durumunda kalırız’ korkusuyla. Hatay işini ağırdan alması üzerine, Atatürk bizzat kendisi olayın üzerine giderek, Hatay davasını kazanmayı bilmiştir. Hatay konusunda Atatürk’ün bizzat düzenlediği bir senaryo vardır. Fransız Büyükelçisi ile Ankara Palas’ta bir yemekteyken, başka bir masada oturan gençlere Atatürk bir eylem yaptırır. Gençlerden biri “Hatay’ı sattırmayız” diyerek ayağa kalkar ve havaya birkaç el ateş eder. Ortalık bir anda karışır ve gençler hemen tutuklanır çünkü senaryodan kimsenin haberi yoktur. Atatürk Fransız Büyükelçisine dönerek “Görüyorsunuz, Hatay’ı alamazsam bu millet beni affetmez” der. Ancak ne var ki, Fransızlar, Atatürk’ün sağlığının iyi olmadığını bildikleri ve Atatürk’ten sonraki idarecilerle, bu işi kendi menfaatlerine daha uygun bir şekilde çözebileceklerine inandıkları için Hatay işini ağırdan almaya başlarlar. Fakat Hasan Rıza Soyak’ın belirttiğine göre, Fransa’nın çevirmek istediği dolabı sezen Atatürk, doktorlar tarafından ısrarla tavsiye edilen istirahat rejimini terk ederek, trene atladığı gibi güney sınır bölgemize gider. 20-24 Mayıs 1938 tarihlerinde Mersin ve Adana’da toplanan askerî kuvvetlerimize saatlerce süren geçit törenleri yaptırır. Bu törenleri, halkın büyük sevgi gösterileri arasında dimdik ayakta izler. Atatürk’ün Hatay konusundaki kararlılığını gören Fransa, daha fazla direnemez ve Türkiye’nin taleplerini kabul eder (Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar”, s. 613).
Bize göre, Atatürk’e saldıranların bilinç altlarında Türk düşmanlığı yatmaktadır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678