Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ALMANYA İLE İLİŞKİLERİMİZ (4)

Geçen yazımızda, Batı’nın, insan hakları ve etnik kimlikleri savunur görünerek, aydınlarımızı avladığından söz etmiş; Batı’nın bundan amacının, bu ülkelere demokrasi getirmek olmadığını, millî devletleri felç ederek, kendi üstünlüğünü ve hâkimiyetini sürdürmek olduğunu ifade etmiştik.
Prof. Halil İnalcık, Batı’nın her şeye rağmen ekonomik üstünlüğünü sürdürmek istemesi konusunda, Huntington’un şu önemli tespitlerini hatırlatıyor: “Batı, askerî ve ekonomik, rakipsiz üstünlüğünü sürdürmek için kendi safında işbirliğini örgütlemektedir. Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, IMF ve Avrupa Birliği aslında, Batı’nın çıkarlarını ve üstünlüğünü korumak, öteki dünyayı kontrol altında tutmak ve kendi dünya sistemini yürütmek için meydana getirilmiş örgütlenmelerdir. Fakat bütün bu sözde global örgütlerin aldığı kararlar, Huntington’a göre, ‘tüm dünya topluluğunun arzularını yansıtırcasına takdim edilmektedir’. Bu yaklaşımın temel felsefesi şudur: ‘Batı; demokrasi, bireyin özgürlüğü, insan hakları gibi değerler sistemini insanın doğal, evrensel değerleri olarak sunmaktadır (Aydınlanma Felsefesi). Oysa, öteki değer sistemlerine bağlı kültürler ve milletler için bunlar, Batı çıkarlarını korumak için tezgâhlanmış kurumlardan ibarettir. Batı; kontrolündeki örgütlerin kararlarına meşrûluk kazandırmak için, kararlar ‘dünya topluluğu’ adına zor kullanılarak uygulanır. İnsan hakları, demokrasi, evrensel değerler olarak ortaya atılır, ötekiler, milletlerarası örgütlere ve anlaşmalara imzaya davet edilir ve bu mekanizma öteki dünyayı kontrol altında tutmak, onların içişlerine karışmak ve onlara düzen vermek için kullanılır” (“Avrupa Rönesansı”, s. 356).
Nitekim, emperyalizm, Arap Baharı adı altında, yaşadığımız coğrafyayı kan gölüne çevirmiştir. Hâlbuki, Türkiye, Atatürk’ün yolundan gitmiş olsaydı, emperyalist devletlerin, bu kanlı senaryolarını uygulamaları mümkün olabilir miydi? Sadabat Paktı yaşatılsaydı, bu coğrafya bir barış ve refah alanı olurdu. Bugünlerde, yandaş basında bile “Yeniden Sadabat Paktı” diye manşetler atılması yine de sevindiricidir.
Türk aydınlarının emperyalizm gerçeğini görememeleri için, Batı, müthiş bir psikolojik savaş yürütüyor. Emperyalist devletlerin gücü abartılıyor. ‘Onlarla uzlaşmaktan, onlara teslim olmaktan başka çaremiz yok.’ Ya da, ‘Medenî Batı ile mi, yoksa, şu geri, 3. Dünya ülkeleri ile mi birlikte olacağız?’ gibi, bir kara propaganda sürdürülüyor. Ne yazık ki, bu propaganda, Tarih Şuuru olmayan, emperyalizmi tanımayan aydınlarımız üzerinde etkili oluyor! Bunlar, kolaylıkla emperyalist odakların ağına düşüyorlar.
Bu coğrafya, bin küsur yıl Türk Barışı altında yaşadı. Bunun nasıl bir barış dönemi olduğunu ne yazık ki, aydınlarımızın ve bu devleti yönetenlerin bile büyük çoğunluğu bilmiyor! Emperyalizm ve bu ülkedeki işbirlikçileri bunun bilinmesini istemiyor. Çünkü, bu tarihi iyi bilen aydınlarımızın sahip olacağı özgüven duygusu, Batı için en tehlikeli silâhtır. Batı, işte bunun için, Batı’ya hayran aydınlar ister.
Atatürk, boşuna, “Türk! Övün, Çalış Güven” demedi.
Batı, Sovyetler Birliği ayaktayken, Komünizmle Mücadele Dernekleri ile zihin kontrolünü sağlıyor, ekonomik üstünlüğünü sürdürüyordu. Günümüzde ise, insan hakları, demokrasi ve özgürlük şalına bürünerek, istihbarat örgütlerinin denetimindeki ‘Sivil Toplum Kuruluşları’nın, az gelişmiş ülkelerde demokrasi ve insan hakları havarisi pozlarına bürünerek sürdürdükleri faaliyetlerden alabildiğince yararlanıyor!
Bu konuda, 2003 yılında bir suikasta kurban giden, Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabında çok ilginç bilgiler var. Hablemitoğlu bu kitabında, Konrad Adenaur Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedricih Nouman Vakfı gibi NGO’ların (hükümet dışı organizasyonlar, sözde Sivil Toplum Kuruluşları) l980’li yılların başlarından itibaren, Türk yasalarının izin vermemesine rağmen, sırf, devlet adamlarımızın basiretsizlikleri yüzünden, resmen ve alenen, yıkıcı faaliyetlerini nasıl sürdürdüklerini örneklerle kanıtlıyor. Geçmiş yıllarda, millî menfaatlerimizi korumakla yükümlü, devletin en yüksek kademelerindeki insanların bu vakıflara gösterdikleri müsamaha insanı endişelendiriyor. Başbakan Bülent Ecevit’in bile, Alman vakıflarının “Köklü ve saygın kuruluşlar” olduklarını belirterek, haklarında dava açılan bu vakıfları savunduğunu hatırlatalım!
Milliyet gazetesindeki 25 Ekim 2002 tarihli yazısıyla (eski ülkücü) Taha Akyol, “Almanya AB konusunda tam bizden yana tavır alacakken, Başsavcının Alman Vakıfları hakkında dava açarak bunu sabote ettiğini” ileri sürüyor ve Alman vakıflarını şu sözlerle savunuyordu: “Nuh Mete Yüksel giderayak Türk Avrupa ilişkilerini dinamitleyecek davayı açtı. Alman Vakıfları Türkiye’yi bölmeye ve lâikliği yok etmeye çalışıyormuş!”
Kaldı ki, savcılık iddianamesinde, Alman vakıflarının “Kültürel kimlik talebiyle ortaya çıkan dinî ve etnik marjinal gruplarla dirsek temasında olduklarına” değinildikten sonra, “Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyeti legal bir casusluk faaliyetidir! Vakıf temsilcilerinin Türkiye’nin devlet yapısı ve Türk ulusu hakkındaki görüşleri marjinal grupların görüşleriyle şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir” görüşlerine yer verilmişti!
Dr. Necip Hablemitoğlu, “Türkiye’de 1983 yılından bu yana yasadışı faaliyet gösteren Alman vakıflarından, Konrad Adenaur Vakfı’nın en önemli işbirlikçisinin “Türk Demokrasi Vakfı” olduğunu söylüyor. Şu işe bakınız ki, zamanın Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Nejat Arseven ve Vakıflar Genel Müdür yardımcısı Nurettin Yazıcı da Türk Demokrasi Vakfı’nın yönetim kurulu üyesiymiş!
Bu yasadışı işbirliğini TRT ya da Anadolu Ajansı mı kamuoyuna duyuracaktı! Bu mümkün değildi, çünkü, bu kurumların bağlı bulunduğu Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu’da vakfın yönetim kurulu üyesiydi!
Geriye, yasaları uygulama gibi aslî bir görevi olan İçişleri Bakanı kalmaktaydı. Fakat bu da mümkün değildi çünkü, İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen de Türk Demokrasi Vakfı’nın üyesiydi! Tıpkı Işın Çelebi, Mustafa Kalemli, İmren Aykut, Güneş Taner, Emre Kocaoğlu, gazeteci Mehmet Altan, YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Prof. Dr. Duygu Sezer, Alman Liyakat Haçı sahibi Prof. Dr. Ahmet Mumcu gibi!
Rahmetli Hablemitoğlu, “’Türkiye kuşatılmış mı?’ sorusunun yanıtını, yukarıdaki ilişkiler örgüsüne bakarak alabilirsiniz” demekteydi (Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” s. 102). ./…

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678