Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

2. ABDÜLHAMİD TARTIŞMALARI ÜZERİNE (6)

Jön Türkler, Hürriyetçi bir rejimin gelmesi ile her şeyin düzeleceği hayali içinde, kendi devletlerinin altını oymakla uğraşırken, 1871 yılında birliğini tamamlayan ve Millî Devletini kuran Almanya, Bismark’ın otoriter yönetimi altında (1871-1890), ekonomisini de güçlendirme yolunda önemli ilerlemeler kaydetmekteydi! Günümüzde bile Abdülhamid bu kadar karalanırken, bir tek Alman aydınının Bismark’ı diktatörlükle suçlamaması enteresan değil midir? Rusya bir başka örnektir. Günümüzde bile Rus aydınları, bizim aydınlarımızın II. Abdülhamid’le uğraştıkları kadar Çarlarla uğraşmazlar. Hem de, Çarların o koyu istibdadına rağmen! Bu istibdada bir örnek verelim: Rus Çarının aydınları sürgün ettiği yer Sibirya’ydı. Devrimci düşünceleri yüzünden idama mahkûm edilen Dostoyevsky, idam mangasının önünde, elleri ve gözleri bağlı ölümü beklerken, son anda gelen Çar’ın af emri ile kurtulmuş; cezası Sibirya’ya sürgüne çevrilmişti. Aslında, ‘mahkûmların elleri ve gözleri bağlı idam mangası önünde ölümü beklemeleri; son anda yetişen Çar’ın buyruğu ile hayatlarının bağışlanması’ bir senaryo imiş! Çar, aydınlara bu eziyeti özellikle tattırıyormuş. Amaç bu suretle rejime bağlılıklarını sağlamakmış!
Şevket Süreyya Aydemir’in, Moskova’da karşılaştığı, İttihatçıların önemli isimlerinden (daha sonra 1926 İzmir suikastı ile ilgili görülerek idam edilen) Dr. Nâzım Bey’e, “1908 İnkılâbı’ndan önce Türkiye’nin istikbâli için ne düşünürdünüz” sorusuna verdiği şu ibretlik cevap, İttihatçıların ufuksuzluğu konusunda bize bir fikir verebilir: “Biz, 1876 Mithat Paşa Kanûn-i Esasi’sinin iadesini istiyorduk!” Aydemir’in “Bu Kanûn-i Esasi’nin (Anayasanın) ana hatları neydi” sorusuna ise daha da ibretlik şu cevabı verecektir: “Vallahi doğrusunu isterseniz ben bu Kanûn-i Esasi’yi görmedim. İçinde ne olduğunu da hiçbir zaman öğreneme-dim” (“Suyu Arayan Adam”, s. 292)!
İşte, Abdülhamid’i devletin başından indiren ‘Devrimciler’ bu ferasete sahiptiler! Kemal Tahir, “YOL AYRIMI” romanında, aydınlarımızın bu şuûrsuzluğu konusunda şu çarpıcı değerlendirmeyi yapar: “Bin yedi yüz bilmem kaçtan beri bizim bir tek savaşımız var. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmaktan kurtulma savaşı… Biz de daha öncesi kuşaklar gibi, bu sürekli savaşın içinde doğduk. Yeni kuşaklar bizi ölçüp biçerken, kocaman bir imparatorluğun tepemizde aralıksız çatırdadığını hiç akıllarından çıkarmasınlar. Tepenizde hep o çökme çatırtıları… Uyanması olmayan korkulu bir düş. Bu ölüm bunaltısı içinde bir tek umuda varabilmişiz: ‘Hürriyet gelecek, Abdülhamid’i despotluğuyla beraber sürüp atacak! Sonra her şey birden düzelecek!’ ‘Nasıl?’ diye sormayı hiç kimse aklına getirmiyor! İmparatorluğun gerçekleri nedir? Hiçbir fikrimiz yok! Hürriyetin ilânından sonra bile böyleydi! Bizim hürriyet, Avrupa’yı bugünkü hâle getirmiş cankurtaran! Ölü diriltme aracı… Sonunda kendimizi nerede bulsak iyi? Uçurumun dibinde! Oysa, bizim kuşaklar ne yaptılarsa imparatorluk bu uçuruma yuvarlanmasın diye yapmışlardı!”
Memleketin okumuş sınıfı hakkında, Sultan Abdülhamid’in yaptığı şu tespitler de bir gerçeğin ifadesidir: “Bizde ne yapılırsa yapılsın muhakkak tenkit edilir ve bu daha çok, her şeyi yalnız kendilerinin bildik-lerine inanan genç efendiler (aydınlar) tarafından yapılır. Bilhassa idareci sınıf, memurlar, askerler şifasız bir bedbinlik (kötümserlik) hastalığına tutulmuşlardır. Yaptığımız iyi işleri fark etmezler; gözlüklerinin karanlık camlarının arkasından her şeyi simsiyah görürler. Sefaletimize, büyük devletlerin bütün düşmanca hareketlerine ve birçok manialara rağmen gelişmekte olduğumuzu anlamak istemezler. İmparatorluğumuzun içinde bulunduğu hâli anlayabilseler, neticesiz tenkitlerden, zararlı olan ataletten vazgeçip, biraz daha iyimser olurlarsa, müşterek vazife için çalışırlardı. Alafranga yetişmiş efendiler, bunların arasında en beteri. Allah’a şükür halkımız bu bedbinlik hastalığına tutulmuş değildir” (Nurer Uğurlu, “II. Abdülhamid’in Hatıra Defteri”, s. 351).
Sultan Abdülhamid, Jön Türkler hakkında da şu gerçekçi değerlendirmeyi yapıyor: “Bizim Jön Türkler hayalperesttirler çünkü bizde Kanûn-i Esasi’yi ve meşrûtî hükümeti ilân etmek, umumî bir karışıklığı davet etmek, herkesi birbirine düşürmek demektir. Bu, bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu sarsar. İngilizlerin, her vesileyle Jön Türkleri tutmaları şayanı dikkattir ve bizim memleketimizde Kanûn-i Esasi’yi getirmek için ellerinden geleni yaparlarken, aynı şeyleri Hindistan için reddetmektedirler” (Nurer Uğurlu, age.s. 283)!
Sultan Abdülhamid’i eleştirirken, yaşadığı dönemin iç ve dış şartlarını dikkate almamak, ona karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Ona karşı önyargılı olmayanlar, kişiliği hakkında şu tespiti yapmaktadırlar: “Hâfızası pek kuvvetli olup, kim olursa olsun, ister avamdan, ister ricalden; huzurunda konuşanları sıkmak istemez, bütün düşüncelerini açıkça söylemesine imkân verir, sonuna kadar sabırla dinler, kimseyi kendisine arz edilen düşünceleri veya ölçüsüz sözleri yüzünden cezalandırmazdı” (Nurer Uğurlu, age. s. 83).
Abdülhamid’in yaptığı çok önemli şeyler unutturulmuştur. İlk telgraf hattı l855’de Kırım Savaşı sırasında açılmıştı. Fakat Abdülhamid döneminde 30 bin kilometreden fazla telgraf hattı gerilmiştir. Bu hatlar Hicaz’a, Yemen’e kadar uzanıyordu. Başkent; Ege ve Akdeniz’deki adalara da telgraf hatlarıyla bağlanmıştı. Mors işaretleri çabucak Türkçeye uygulanmış ve son model telgraf makineleri getirilmiş; Fransa’ya telgrafçılık için öğrenciler gönderilmiş; telgrafçı yetiştirmek için kurslar açılmıştı. Osmanlı hizmetinde çalışan bir telgraf mühendisinin dediği gibi, Türkiye yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke olmuştu (Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, s. 334)!
Bağdat Demiryolu, Hicaz Demiryolu ve Anadolu Demiryolları onun eseridir. İstanbul Üniversitesini (Dar-ül Fünun) açan da odur.
Ne yazık ki, Sultan Abdülhamid’in “İnkılâp fikirleriyle mest olan bu adamlar” diye tanımladığı Jön Türklerin, ülkeyi hep Batılı sömürgeci ülkelerle kıyasladıkları için, Abdülhamid’in yaptıklarını takdir etmeleri mümkün değildi. Ne var ki, imparatorluğun, İttihatçıların elinde içine sürüklendiği durum, Abdülhamid’in tâkip ettiği iç ve dış siyasetin, hadiselerin emrettiği zaruretler icabı olduğunun bir dereceye kadar anlaşılmasını sağlayacaktır. İttihat ve Terakki yöneticileri, onu rahmetle aratacak müstebit bir idare kurarlarken, Osmanlı İmparatorluğu’nun üstüne çöken felâket ve fırtınaların, rejim değiştirmekle atlatılır belâlar olmadığını anlamışlar, Abdülhamid’in şahsına karşı saygı duymaya başlamışlardı!
Ziya Şakir, “Sultan Abdülhamid’in Son Günleri” isimli kitabında, Sultan Hamid’in Beylerbeyi sarayında bulunduğu sürece, Enver Paşa tarafından müteaddit defalar ziyaret edildiğini, yapılan uzun mülâkatlar neticesinde sabık hükümdârı pek çok takdir ettiğini, cenazesi ile de bizzat Enver Paşa’nın ilgilendiğini belirtmektedir (Ziya Şakir, age. s. 274).
10 Şubat 1918’de vefat eden Sultan Abdülhamid’in cenaze töreni, tahttan indirilmiş bir hükümdarın cenaze töreni gibi değil, tahtta iken vefat eden bir hükümdarın cenaze töreni gibiydi; Enver Paşa, bütün Âyan ve mebusan ve o bütün ‘Hürriyet Kahramanları’ sefirler, askerî, ilmî ve mülkî erkân başları önde tabutun arkasındaydılar. Askerler, silâhları baş aşağı omuzlarına asılmış bir vaziyette, cenazenin ardında, ihtiram içinde yürüyorlardı. Evlerin pencereleri, damları, hattâ ağaçlar bile insanlarla doluydu. Etrafa tam bir sessizlik hâkimdi. Cenaze törenine katılanlar her şeyin bittiği bir noktada bulunduklarının farkındaydılar. Bu aslında Osmanlı İmparatorluğunun cenaze töreniydi. Ahmet Rasim Bey, ölümü üzerine şu mısraları yazmıştır: “Sen değil nâşın hükümdar olsa elyakdır (lâyıktır) bize! –Dönsün etsin Taht-ı Osmânî’ye tâbutun culûs!” (Yağmur Atsız, Tercüman, 28.06.2006).
Falih Rıfkı Atay da, Sultan Hamid’in tabutu geçerken, pencerelerden uzanan kadınların, “Kırk paraya ekmek yediren, yirmi paraya kömür yaktıran padişahım, bizi kime bırakıp da gidiyorsun” diye inlediklerini anlatır (“Çankaya”, s. 125).
II. Abdülhamid hakkında söyleyeceklerimiz şimdilik bu kadar.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678