Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

OSMANLI TÜRK’E NASIL BAKIYORDU? (3)

Prof. Halil İnalcık’ın, Osmanlı’nın Türk’e bakışına ilişkin şu önemli tespitlerini de nakledelim: “Klâsik dönemde saray halkı, kapıkulu ordusu hemen hemen tamamıyla devşirme ve harp tutsaklarından oluşuyordu. Hanedan için en önemli şey, bu konumdakilerin padişaha mutlak bağlılıklarıydı. Bu sisteme kul veya gulâm sistemi denir. Yerel bağlılıkları olduğundan, hanedanı kendilerinden saydıkları için, Türkler bu kurumlardan uzak tutulmuştur. Çünkü Osmanlı, Türk’ü kul yapamazdı. İstanbul’un fethine kadar vezirlerin çoğunluğu Türk ve ulemâ ailelerindendi. Bürokrasi onların elindeydi. Tabiî aralarında özellikle kumandanlık ve valilik hizmetlerinde bu dönemde de birçok devşirme ve kul cinsinden olanlar vardı. Klâsik dönemde devleti idare eden vezirler ise hemen hemen tamamıyla devşirme ve kul cinsinden olacaklardır. Bunlar arasında Türkmen aslından sadece bir vezîr-i âzam buluyoruz. Bürokraside, her dönemde ulemâ ve Türk aslından kâtipler çoğunluktaydı. Divan-ı Hümâyun’da kadıaskerler, nişancılar, defterdarlar çoğunlukla Türk aslındandır. Türklerle kapıkulu askeri arasındaki rekabet Fâtih döneminde sultanın mutlak otoritesi bütün askerî gruplar üzerinde tam anlamıyla kuruluncaya kadar, Uc Beyleri (Serhad Beyleri) ve bu beylerin kumandası altındaki akıncılar yarı bağımsız hareket etmişlerdir” (“Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı”, s. 71, 72).
Osmanlı’da Rumlar, Ermeniler, Arnavutlar ve zaman zaman da Yahudiler el üstünde tutulmuşlardır. Eflâk ve Boğdan eyaletlerinin başına, 1821 yılındaki Mora isyanına kadar Fener Rum Beylerinin getirildiklerini de belirtelim!
Prof. İlber Ortaylı’ya göre, Tımar sisteminin bozulması ile birlikte, ülkenin toplumsal ve siyasî yapısında önemli değişiklikler meydana gelecek, yönetimde Türklerin egemenliği artmaya başlayacak ve Anadolu kıtasının kültürü ağırlığını duyuracaktır. Bu süreç içinde Anadolu’da idare kozmopolit kökenli devşirme paşalardan Türklerin eline geçecektir.
Mahmut Esat Bozkurt “Atatürk’ün İhtilâli” adlı kitabında bu konu üzerinde şu tespiti yapmaktadır: “Devleti Osmaniye tarihinde 200 kadar sadrazamdan %10’u Türk’tür. Bu hâllere göre, kötü idareden şikâyet biz Türklerin hakkı iken, talihin ne hazin cilvesidir ki, fenalıkların belli başlı sebebi olan gayri Türkler, Türk’ten şikâyetçi olmuşlardır. Tarih diyor ki, Devlet işlerinin başına devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince o devlet inkıraz bulur” (Yıldırım Koç-Ali Koç, “Belgelerle M. Kemal Atatürk”, s. 241).
Osmanlı’daki Türk’e karşı bu tavır konusunda, Soner Yalçın’ın Efendi-2 kitabında ilginç bir tespit var: “Bugün İstanbul’daki Mevlevîler, Padişah IV.Mehmet’in çok güvendiği vaiz Mehmet Vanî Efendi’nin, Vaniköy’de yaptırdığı camiye “Vani-Cani” derler ve önünden bile geçmezler. Nedendir bilinmez bazı tarih kitapları Mehmet Vanî Efendi’ye hep bir mesafeli bakar, hakkında pek övücü sözler sarf etmezler. Hâlbuki, Osmanlı’da Türk kavmiyetinden ilk bahseden odur. Ona, Osmanlının ilk milliyetçisi diyebiliriz. Kur’an’da bozguncu bir kavim olarak nitelenen Yecüc ve Mecüc’ün Türkler olduğu tezine karşı çıkmış, aksine onlara karşı koyan Zülkarneyn’e yardımcı olan milletin Türkler olduğunu ileri sürmüş, hattâ Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğunu yazmıştır” (Efendi 2, .s. 103).
Sadece dönmeler ve devşirmeler değildi Türklerle uğraşanlar; Batı hayranı aydınları da unutmamak gerekiyor. Niyazi Berkes’in bu konudaki tespiti şudur: “Aydın eskiden Müslüman iken kendini Müslümanlıkla bir tutar, tarihin Türk’ü acayip şekillerde göstermesine alınmaz, hattâ ona katılarak Türk’e ‘İdraksiz Türk’, ‘Kızılbaş Türk’ der geçerdi. Aydın, Osmanlı olarak ona ‘reaya’ der, Hıristiyan reaya ile birlikte onu Osmanlı düzeninin en aşağı tabakasına koyarak kendinden ayırırdı. Aydın, Batıcı olunca, onun hakkında kullandığı en nazik kelime, ‘Alaturka’ kelimesi oldu. Kendini ise ‘Alafranga’ olarak ayırdı!”
Evet, işte ‘ÜMMET’ olduğumuz dönemde Türk’e bakış buydu!
Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail çekişmesi nedeniyle, Doğu Anadolu Bölgesinin İran’la aramızda bir ‘Tampon Bölge’ duruma dönüşmesi ve bu bölgenin Tımar Sistemi dışında tutulması, Doğu’daki feodal yapıyı güçlendirmiş bu da, Anadolu insanın kaynaşmasını önlemiştir. Osmanlının bu hatası karşımıza bugün ‘Kürt Sorunu’ olarak çıkarılmıştır!
Tanzimat Dönemi aydınları, Osmanlıcılık ruhunu canlandırarak, imparatorlukta yaşayan tüm milletlerin bir arada tutulabileceğine inandıkları için, başlangıçta Türkçülere pek hoş gözle bakılmamıştır. Türkçülük uzun zaman ‘bölücülük’ olarak görülmüş; imparatorluğun sonu demek olan “MİLLÎ DEVLET” gibi devrimci bir düşünce doğal olarak gündeme bile gelememiş ve bu yüzden de millî şuûr, Osmanlı’ya bağlı olan milletler içinde en geç Türklerde gelişmiştir. Türkçe bile, ancak 1876 yılında I. Meşrûtiyet’in ilânından sonra resmî dil olarak kabul edilecektir. Azınlıkların ve diğer milletlerin bağımsızlık taleplerinin gündeme gelmesinden sonradır ki, Türklük de dile getirilmeye başlanır. Ahmet Cevdet Paşa bir lâyihasında, “Asıl kuvvetini Türklerden alan Osmanlı Devleti’nin bir Türk devleti olduğu, Türklerin kadrinin diğer kavimlere nispetle daha büyük bilinmesi gerektiği ve Türkçenin bir bilim dili hâline getirilmesi” üzerinde durur. Sultan Abdülhamid de bu düşüncededir ve 1893 yılında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Türk unsurunu kuvvetlendirmeğe dikkat etmeliyiz. Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoğurup kendimize mâl etmek şarttır” (Nurer Uğurlu, “II. Abdülhamid’in Hatıraları”, s. 237).
Günümüzün Abdülhamid hayranları Türk Kimliğinden pek hazzetmeseler de, Prof. Mehmet Genç’in belirttiğine göre, Abdülhamid döneminde, devletin bekası için öngörülen dört şarttan biri ‘Yönetimde ağırlığın Türklerde olmasıdır’ (SKY TV, 31.7.2013)!
Abdülhamid’in Türklüğe ilgisi konusunda Prof. Faruk Sümer de şu bilgiye vermektedir: “XIX. Yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar, Türklerin devletin dayandığı aslî unsur olduklarının Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkûr asın ikinci yarısında Cevdet Paşa, Abdülhamid’in Sadrazamı Said Paşa ve hattâ Abdülhamid’in bu hususu anlamış oldukları söylenebilir” (“Oğuzlar”, s. 216).
Abdülhamid’in Özel Kalem Müdürü Tahsin Paşa, hatıralarında, Abdülhamid’in, Türkleri devletin aslî unsuru olarak gördüğünü, bu unsurun zayıflayıp, Hıristiyan unsurların dahilde ve hariçte gördükleri kolaylık ve yardım sebebiyle hükümette etkili olmalarından korktuğunu belirtmektedir. Yine Tahsin Paşa, Abdülhamid’in Söğütlü Maiyet Bölüğü’nün bir pırlanta olduğunu, Karakeçili aşiret efradından ve hepsi levent ve güzel delikanlılardan mürekkep bu bölüğün iki yüz kişilik bir mızraklı maiyet bölüğü olduğunu belirtmektedir (“Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları”, s. 143, 251).
Tahsin Paşa’nın verdiği bu bilgiyi Prof. İlber Ortaylı da doğruluyor. Ortaylı, “Yıldız Sarayı’nın kalabalık askerî kıtalarının içinde, sonraları ‘Ertuğrul Alayı’ adını alan Söğütlülerin de bulunduğunu; bu Karakeçili Türkmenlere Padişahın ‘öz hemşerilerim’ dediğini ve bunların sarayın en gözde muhafız kıtası olduğunu” belirtiyor (“Osmanlı Barışı”, s. 82)!
Prof. Faruk Sümer, Abdülhamid’in Türklüğe ilgisi hakkında şu bilgileri de veriyor: “Başlangıcını kati bir şekilde tespit edemediğimiz bir zamandan beri, Eski-Şehir bölgesinde yaşayan Kara-Keçili oymağı, her yıl Söğüt’teki Ertuğrul Beğ’in türbesini ziyaret etmekte ve bununla ilgili olarak şenlikler yapmakta idi. Kavmî şuûra sahip olan II. Abdülhamid, Kara-Keçililerin bu ziyaretine resmî bir mahiyet verdirdi; öz oymağı saydığı Kara-Keçili gençlerinin bulunduğu bir alay meydana getirdi ve ona Ertuğrul Alayı adını verdi. Abdülhamid Kara-Keçili oymağı mensuplarını Alman İmparatoruna kendi akrabaları olarak tanıtmıştı. Söylemek mümkün olabilir ki, yüzyıllardan beri ilk defa bir Osmanlı hükümdarı asırlarca yalnız ve yardımsız bırakılmış yoksul milletine karşı manen sıcak bir alâka duymuştu” (Oğuzlar”, s. 241)! ./…

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678