Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

KIRIM’A NASIL BAKMALIYIZ? (I)

ABD ve AB, Rusya’yı kuşatma operasyonuna Ukrayna ile devam ediyor. Ukrayna’da gerçekleştirilen Turuncu ‘Devrim’ ile, bu ülkede de kontrol Batı yanlılarının eline geçmiş fakat daha sonra Rusya yanlıları tekrar duruma hâkim olmuşlardı. Ancak, Batı vazgeçmedi! Ukrayna’daki Batı yanlılarının ayaklanmasının, bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi olduğuna inanacak kadar saf değiliz. Batı’nın plânladığı bu operasyon sonunda Ukrayna Devlet Başkanı Rusya’ya kaçmak zorunda kaldı. Fakat bu birinci raunttu. İkinci rauntta ise Rusya Kırım’dan vazgeçmeyeceğini kararlılıkla ortaya koydu. Özerk Kırım Cumhuriyeti Parlamentosu bağımsızlık kararı aldı.
Batı, emperyalist emelleri uğrunda Kırım Türklerini de kullanmaya çalışacaktır. Rusya’da yaşayan Kırım kökenli Türkler, Kırım’daki soydaşlarının Batılı güçlerin kışkırtmalarına gelmemeleri uyarısını yapmaktadırlar. Haklıdırlar çünkü, Kırım Türklerinin 1944 yılında, Kırım’dan Rusya’nın değişik yerlerine sürülmelerinin sebebi Nazi Almanya’sı ile işbirliği yapmalarıdır. Batı tabiî ki, Kırım’daki Türk soydaşlarımızı da kullanmak isteyecektir. Bu bakımdan Ünesco’nun, 2014 yılı programına İsmail Gaspıralı’nın 100. ölüm yıldönümü dahil etmesi herhâlde Türkleri çok sevmelerinden dolayı olmasa gerektir. Türkiye Kırım Türkleri ile tabiî ki, ilgilenmeli, onların haklarını savunmalıdır fakat duygusallıkla hareket edilmemeli; Kırım’ın Rusya için taşıdığı hayatî önem gözden uzak tutulmamalıdır. Ne yazık ki, bu konuda basınımızda yer alan Rusya karşıtı yorumlar sağduyudan oldukça uzaktır ve millî menfaatlerimizle de bağdaşmamaktadır. Ayrıca, Kırım Parlamentosunun Kırım Türklerine, yeni Kırım Anayasası ile vermeyi taahhüt ettiği, Türkçenin resmî dil kabul edilmesi, Kent Konseyleri ve diğer organlarda temsil edilme hakkı Kırım Türklerinin bugüne kadar sahip olmadığı önemli haklardır.
Diğer taraftan Batı, 1936 yılında, Rusya’nın da büyük desteği ile Türkiye lehine değiştirilen Montrö Antlaşmasından da rahatsızdır. Çünkü donanmaları bu antlaşma yüzünden Karadeniz’e istediği gibi girip çıkamamaktadır. Türkiye Montrö’ye sadık kalmakla birlikte zaman zaman bu antlaşmanın delinmesine göz yumulduğu da bir gerçektir. Şu anda ABD donanması tatbikat bahanesiyle Karadeniz’dedir!
Amerika, Türkiye’nin hep kendi politikaları doğrultusunda hareket etmesini bekliyor. Buna aykırı hareket edildiğinde ise, Türkiye’yi en kaba yöntemlerle cezalandırmaktan çekinmiyor. Nitekim 4 Temmuz 2003’de Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye’de askerlerimizin başına çuval geçirilmesi hadisesi bunun bir örneğidir. ABD’nin, Montrö’yü delerek Karadeniz’e savaş gemileri çıkarmak istemesine; Karadeniz’de etkinlik kurmasına karşı çıkan Deniz Kuvvetlerimizin başına nelerin geldiği de unutulmamalıdır!
Montrö’den sadece ABD değil, bu ülkedeki Amerikan muhipleri de rahatsızdır! Meselâ 1952’de NATO’ya girilmesinden sonra, Birinci Dünya Harbi’nin ünlü generallerinden Ali İhsan Sabis, Millî Savunma Bütçesi görüşülürken şu vahim sözleri sarf edecektir: “Amerikan uçak gemileri derhal Boğaz’dan geçip, Karadeniz’e açılmalı ve Montrö antlaşması yırtılıp atılmalıdır!”
Bugün bu tür görüşler açıkça dile getirilmese bile, ülkemizin Amerika vesayetinin etkisi altında, hiçbir konuda millî bir tavır alamadığı da meydandadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Tarafsızlık siyaseti terk edilerek, ülkenin Amerika’nın vesayetine sokulması ve Atatürk’ün dostluğuna büyük önem verdiği Sovyetler Birliği’ne karşı takip edilen düşmanca siyaset sebebiyle ülkemiz büyük bedeller ödemiştir ve hâlâ daha bedel ödemeye devam etmektedir. 27 Mayıs’tan sonra, Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Kruşçev’den Cemal Gürsel’e gelen 28 Haziran 1960 tarihli mesajdaki şu tespitler de Atatürk sonrasındaki dış siyasetimizin ne kadar basiretsiz olduğunu ortaya koymaktadır: “Eğer, Türkiye tarafsızlık yolunda kalmış olsaydı, kuşkusuz memleketlerimiz arasında en içten ilişkiler kurulmuş olacaktı. Bu durum, ülkelerimize yalnızca yararlar sağlayacaktı. Türkiye’nin kendi imkânlarını, büyük giderler gerektiren askerî hazırlıklar için değil, memleket ekonomisinin kalkınması ve halkının refahı için kullanması imkânı doğacaktı” (Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 1591)!
Sovyetlerle dostluk siyasetinin terk edilerek yerine akıl almaz bir düşmanlığın ikâme edilmesi, Sovyet hâkimiyeti altında yaşayan soydaşlarımızla aramızda büyük bir kopukluğa da sebep olmuştur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bir televizyonumuzda, Azerbaycanlı bir soydaşımızla yapılan sohbet sırasında, Türk gazetecinin Azerbaycanlı meslekdaşına “Bu kadar güzel Türkçe konuşmayı nasıl öğrendiniz” sorusuna Azerbaycanlı gazetecinin verdiği “Anamdam öğrendim” cevabını hatırlıyoruz!
‘Türk-Sovyet ilişkileri Soğuk Harp döneminde bu kadar düşmanca olmasaydı, bu durum Sovyet hâkimiyeti altında yaşayan soydaşlarımızın hayatını nasıl etkilerdi?’ şeklindeki bir sorunun bugün bile sorulmaması ve hâlâ daha Kırım konusunda ‘Batı ile işbirliği’ önerilerinin yapılması hazindir.
“Amerika dostluğu bize ne kazandırdı; neler kaybettirdi?” Artık bunun sorgulanmasının zamanı gelmiştir. Kıbrıs’taki haklarımızdan vazgeçmemiz için bize baskı yapan kimdir? KKTC’nin lağvedilerek, Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarımızın Rum yönetimi altına girmesinde ısrar eden, Irak’ın kuzeyinde bir Kukla Kürdistan devleti kurduran ve bizi himaye etmekle görevlendiren, Kerkük’te yaşayan soydaşlarımızla aramıza set çeken Amerika değil midir? PKK kimlerin himayesindedir? Şimdi, Kırım’daki soydaşlarımızı, bu kalleş Amerika ve bu kalleş Batı ile işbirliğine teşvik etmek nasıl bir aklın ürünüdür? Yetmedi mi yediğimiz bunca kazık? Bu nasıl bir Batı aşkıdır?
Karadeniz’de güç kazanan Amerika, sadece Rusya için değil, Türkiye’nin millîci güçleri için de bir tehdittir. Bu bakımdan, Kırım Türkleri için yapılacak en doğru şey, Batı ile işbirliği yapmak değil, geçmişten ders alarak Rusya ile ilişkilerimizi geliştirmemizdir. Ne yazık ki, bugün bunu gerçekleştirecek bir millî devlet yapısına sahip değiliz. Türkiye’nin ana meselesi, Millî Ordusuyla, Millî İstihbaratıyla, Millî Bürokrasisiyle, Bağımsız Yargısıyla ‘Devlet gibi Devlet’ olmaktır! Batı Dünyasının vesayetinden kurtulmadıkça da bu mümkün değildir.
‘Devlet gibi Devlet’ olsaydık ERGENEKON, BALYOZ, ASKERÎ CASUSLUK Davaları gibi hukuk rezaletleri yaşanır mıydı? Adaletin katledildiği Özel Yetkili Mahkemelerle bir kâbus yaşadık. Çok şükür artık, Silivri boşaldı. Umarız BALYOZ ve Askerî Casusluk davalarından tutuklu olanlar da bir an önce hürriyetlerine kavuşurlar ve bu kâbus da sona erer. Fakat, şunu iyi bilelim ki, yeni kâbuslar sıradadır! Devletimizin bu hâliyle, her türlü dış operasyona karşı savunmasız bir durumda olduğumuz bilinmelidir.
Ölümü ile yüreğimizi kanatan Berkin’i yüz binler uğurladı. Bu iktidar, iktidarını biraz daha sürdürebilmek, hesap vermeyi biraz daha geciktirebilmek için ülkeyi gerdikçe geriyor; böldükçe bölüyor. Temennimiz hipnoz durumunda bulunan vatandaşlarımızın da silkinerek artık bu gerçeği görmeleridir. Duhan Suresi 13. âyette “Titreyip kendine gelmek için çok geç değil mi?” deniyor. Evet, artık titreyip kendimize gelmenin zamanıdır.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678