Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

KABAHAT AYDINLARIN; FATURASI MİLLETİN!

Geçen haftaki yazımızda, Mudanya Konferansı’ndaki İngiltere temsilcisi Sir Harold Rumbold’un şu değerlendirmesine yer vermiştik: “…Türkiye, üzerinde oynanmaya çok elverişli bir ortam. Bu durumda, elimize kayıplarımızı telâfi edebileceğimiz birçok imkân geçeceğini sanıyorum. Kötümser olmamız için bir neden görmüyorum!”
Emperyalist devletlerin bu topraklar üzerindeki emellerini çok iyi bilen Atatürk, 13.8.1923’de, T.B.M.M’de yaptığı bir konuşmasında şu çok önemli uyarıyı yapıyordu: “Şurasını hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar fedakârlıkların semeresini elimizden kaçırmamak ve geçen musibet ve felâketlerin bir daha avdetini gayri mümkün kılacak tedbirleri almak bizim için her günün düşüncesi olmalıdır. Fakat emin olalım ki, bunun için kuru bir dikkat ve teyakkuz safdilâne bir kıskançlık kâfi değildir.”
Ne yazık ki, o büyük insanın ölümünden sonra başlayan süreçte, Batı emperyalizmine bu imkânı kendi ellerimizle sağladık! İkili Antlaşmalarla ABD’ye verilen tavizler, NATO üyeliği ve Avrupa Birliği aday üyeliği sürecinde Türkiye, ‘Batı hayranı aydınların da desteğiyle’ Batı’nın menfaatlerine uygun bir pozisyona getirildi. Bu gafletlerini örtbas etmek için Atatürk’ü de ‘Batıcı’ yaptılar. Hâlbuki Atatürk Batıcı değildi; O’nun amacı bu büyük milleti Muasır Medeniyet Seviyesi’nin üzerine çıkarmaktı.
13 Aralık 2000 tarihinde, “Avrupa Bütünleşmesi ve Avrupa Bilincinin Oluşturulması” konusunda kamuoyu oluşturmak için kurulan, TÜRKİYE-AVRUPA VAKFI, Sağ’ın ve Sol’un ilginç bir koalisyonunu oluşturmaktaydı. Üyeleri arasında İlhan Selçuk, Bayram Meral, Süleyman Çelebi, Salim Uslu, Zülfü Livaneli, Ercan Karakaş, Tarık Akan, Yılmaz Büyükerşen, Halil Ergün, Alev Coşkun, Süheyl Batum, Celâl Doğan, Atıf Yılmaz, Şerif Mardin, Emre Kongar, Tarhan Erdem gibi isimlerin yanında, ABD merkezli “Milletlerarası Kriz Çözüm Grubu” da yer alıyor ve bu grubu Prof. Ersin Arıoğlu temsil ediyordu. Vakıf senedinin amaç maddesinde şunlar yazılı: “Batılılaşma ve çağdaş uygarlık düzeyi ya da ‘Demokratikleşme’ kavramları ile simgelenen çağdaşlaşma mücadeleleri, bugün Türkiye’nin Avrupa Birliği amacında somutlaşmış bulunmaktadır!”
9 Mayıs 2001’de Pera Palas Oteli’nde düzenlenen bir toplantıda bu vakıf, Avrupa gününü büyük bir coşku ile kutluyor ve vakfın onur üyesi Erdal İnönü, açılışta yaptığı konuşmada AB’ye katılmayı hararetle savunarak şunları söylüyordu: “Biz de Türk bayrağının yanında mutlaka bir AB bayrağı bulundurmalıyız! Türkiye-Avrupa Vakfı’nın bu toplantısında bile bir AB bayrağı yok!.. Bugün tam bağımsızlık karşılıklı bağımlılıktan geçiyor… Türkiye’de her dil konuşulmalı, o dillerde eğitim yapılmalı, televizyon olmalı” (Erol Bilbilik, Amerikan Kuşatması, s. 414)!!!
Batı’nın zihin kontrolünde olan aydınlarımız, ülkemizin ‘ÇAĞDAŞ’ bir ülke olması için “Türkiye’de her dil konuşulmalı, o dillerde eğitim yapılmalı” derken; tuhaftır ki, Tanzimat’tan bu yana kendisine benzemeye çalıştığımız Avrupa’nın en çağdaş ülkelerinden biri olan Hollanda, kamu alanlarında Flamancadan başka bir dille konuşulmasını yasaklıyordu!
Erdal İnönü, daha sonra, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen ve Türkiye’yi Ermenilere Soykırımı yapmakla suçlayan Ermeni Konferansı’na da katılacak ve burada, “Türkiye’de fikir özgürlüğü var, insanlar düşüncelerini özgürce açıklayabilmelidirler” diye konuşacaktı!
Ne demişti bir Amerikalı uzman? “Önemli olan, ülkedeki etkili olacak insanları kontrol etmektir, gerisi posadır!” Görüldüğü gibi kontrol son derece başarılı olmuştur! İşin hazin yanı, bu ferasete sahip aydınların bir de, ‘Millet Bizi Anlamıyor’ diyerek, kendilerini aklamaları ve faturayı millete kesmeleridir!
‘Bizim Avrupa hayranları’ için belki hayal kırıklığı olacaktır ancak, Avrupa Birliği’nin hiç de demokratik bir tarzda yönetilmediğini ve yolsuzluk iddiaları ile çalkalandığını belirtmeliyiz. AB ile ilgili yolsuzluk iddialarını inceleyen bir komisyonun raporu üzerine, 1999 yılında bütün Avrupa Komisyonu üyeleri istifa etmek zorunda kalırlar! Ne var ki, yolsuzluklar devam edip gider! Nitekim Avrupa Komisyonu Baş Muhasebecisi Marta Anderson, tespit ettiği daha başka yolsuzlukları 2001 yılında, önce Avrupa Komisyonu’nun finans işlerinden sorumlu ve İngiliz İşçi Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapmış olan Neil Kinnock’a rapor eder fakat rapor hasıraltı edilir. Bunun üzerine Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi’ye başvurur ancak o da hiçbir işlem yapmaz (Yılmaz Dikbaş, “Avrupa Birliği, Tabuta Çakılan Son Çivi”, s. 221, 226)! Tabiî Avrupa Birliği’nin bu kirli yüzü milletimizden özenle saklanmakta ve AB’ye girmek âdeta ‘cennete girmek’ gibi yansıtılmaktadır. Nitekim, Avrupa Birliği’nin ucu açık müzakerelere başlanacağı kararını aldığı 17 Aralık 2004 tarihini izleyen günlerde mandacı basınımızda sanki bir zafer kazanılmış gibi şu başlıklar atılmıştı: “MERHABA AVRUPA! KAPILAR AÇILDI! DİMDİK DURDUK! BAŞARDIK! BÜYÜKSÜN TÜRKİYE! Yandaş Medyada, hayatımızın nasıl değişeceği de şöyle anlatılmaktaydı “İşsizlik bitecek. Kokladığımız hava, içtiğimiz su daha temiz olacak. Şehirlerin altyapısı tamamlanacak. Sadece kadın ve çocuk hakları değil, hayvan hakları da gelişecek. Tarlalarda otlayan hayvanlar rahatsız olmasın diye şehirlerarası yollara akustik ses duvarları çekilecek!”
Evet, Mandacı Medyamıza göre Avrupa Birliği’ne girdiğimizde bunlar olacaktı! Avrupa kendi içinde yoksulluğu halletmiş, tam anlamıyla bir refah ülkesi haline gelmiş ve bizi de âbat edecek!!! Sadece Gümrük Birliği Antlaşması sebebiyle kaybımız yaklaşık 200 milyar dolar! Fakat öyle bir kontrol mekanizması kurulmuş ki, Avrupa Birliği üyeliğinin bir masal olduğu millette yaygın kanaat hâline geldiğinde, bu defa tuttular devletin televizyonunda Avrupa Birliği’ni öven programlar yapmaya başladılar. Hattâ bir de Avrupa Birliği Bakanlığı kuruldu!
Hâlbuki, AB üyeliği Türkiye’yi kontrol altında tutmanın bir vasıtasından başka bir şey değildi. Nitekim, Alman Dışişleri Bakanı Fischer, Danimarka Dışişleri Bakanına “Türkiye hiçbir zaman üye olamayacak… Onları önce uyutalım sonra da unutalım” derken mikrofonlara yakalanacaktı! Hattâ, bu konuşmayı yakalayan gazeteci ödül bile almıştı! Ancak, Fransa Dışişleri Bakanlarından Hubert Verdine gibi “Türkleri üyelik anlaşmasının onaylanabileceğine inandırmak dürüstçe ve doğru değil” diye gerçeği mertçe açıklayanların da olduğun belirtmeliyiz. Fakat ne yazık ki, bizim AB lobicileri Verdine kadar bile mert değil!
NATO üyeliği ve Avrupa Birliği masalı ile Türkiye adeta bir cendereye sokulmuştur. Yeniçağ yazarı sayın Arslan Tekin Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Şevardzaadne’nin şu sözlerini hatırlatmış: “İki ülke arasında sınıra ne gerek var. Sınır narkotikçiler ve hırsızlar için…” Atatürk’ün millî siyasetini takip etmiş olsaydık; Balkan ve Sadabat Paktlarının anlamını kavramış olsaydık bugün Balkanlar ve Orta Doğu’daki ülkeler arasında vize diye bir şey olmaz; emperyalist devletler bu coğrafyada istedikleri gibi at oynatamazdı ve Türkiye herkesin saygı gösterdiği bir bölgesel güç olurdu.
Başbakan ve Dışişleri Bakanımızın yıllarca Yeni Osmanlı nutukları attıktan sonra, sayın Başbakanın Japonya’da “Biz Bölgesel bir güç ve Küresel aktör olmak iddiasında değiliz” mealinde sözler söylemesi hazindir. Bu iktidar, Atatürk’ü eleştirecek, ‘komplolardan’ yakınacak yerde, O’nun Millî siyasetini kararlılıkla uygulamış olsaydı, kimse bize ne kumpas ne de komplo kurabilirdi. Türkiye Bölgesel Güç olurdu ve hâlâ daha bu şansa sahiptir. Fakat önce NATO’dan, ABD’den ve AB’den kurtulmamız gerek ve tabiî ki, Avrasya’ya sırtlarını dönerek, ‘Atatürkçülük’ adına NATO üyeliğini, ABD ve AB’ye bağımlılığı savunan şaşkın Atatürkçülerle sahte dindarlardan.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678