Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

BATI’NIN VESAYETİNE NASIL GİRDİK? (VII)

Geçen haftaki yazımızda, IMF’ye üye oluşumuzun hikâyesine ve Putin Rusya’sının, IMF’ye teslim olmayarak, 3-5 yıl kemerleri sıkmak suretiyle nasıl düze çıktığına kısaca değinmiştik. IMF’ye teslim olmayarak kendi millî ekonomi politikasını uygulayan ve bunun başarılı sonuçlarını yaşayan bir diğer ülke de Çin’dir. 1978’den itibaren kontrollü bir ‘Sosyal Piyasa Ekonomisi’ uyulamaya başlayan Çin, Petrol, Demir-Çelik, İletişim, Ulaşım, Enerji gibi stratejik sektörlerin kamu mülkiyeti ve denetiminden çıkmasına izin vermedi. Çin’de özelleştirme yok denecek kadar az olduğundan, yabancı sermaye girişinin neredeyse tamamı yeni yatırım olarak gelmiştir. Ünlü ekonomist Stiglitz bu konuda şunları söylüyor: “En yüksek miktarda yabancı yatırımı çekmiş olan Çin, Batı’nın hiçbir reçetesine (makro istikrar dışında) uymamıştı ve ihtiyatlı davranarak sermaye piyasasında tam liberalleşmeyi engellemişti. Çin, fonları kendinde toplamak için sermaye piyasasını liberalleştirmeye gerek olmadığını gösterdi” (“Küreselleşme, Büyük Hayal Kırıklığı”, s. 88).
Türkiye ise, İktisadî liberalizmi, Batılı ülkelerde bile görülemeyecek bir gaflet içinde uygulamaya kalktığı için bir türlü istikrarsızlıktan kurtulamamıştır. Nelson Rockefeller’in 1956 yılında Başkan Eisenhower’e yazdığı bir mektupta, “Oltaya yakalanmış balık” olarak değerlendirilen Türkiye, kontrolsüz bir Serbest Piyasa Ekonomisi uygulamanın bedelini çok ağır ödemiştir ve bugün de ödemeye devam etmektedir.
Ne yazık ki, devlet adamları tarihi unutunca, tarihin tekerrür etmesi de kaçınılmaz oluyor. Türkiye’nin 1947’de IMF oltasına takılması millî ekonomiye vurulan ilk darbe değildi. 1838’de de aynı gaflet söz konusu olmuş; Padişah II. Mahmud’a hasta yatağında, Mustafa Reşit Paşa tarafından imzalattırılan Baltalimanı Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Batı’nın Açık Pazar’ı durumuna getirilmişti. 1838’de İngiltere ile imzalanan ve Baltalimanı’nda imzalandığı için bu adla anılan, Serbest Rekâbeti esas alan Ticaret Antlaşması’nın 12. maddesine göre, İngiliz tebaası olanlar ve onların adamları yalnız İngiliz mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her türlü emtiayı ülkenin her yerinde serbestçe alıp satabilecektir. Bu antlaşmadan öteki Avrupa devletleri de yararlanacaktır!
Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslim tebaanın Müslümanlara karşı daha avantajlı duruma geçmesinin sebebi de bu ticaret antlaşmasıdır. Bu antlaşmanın tanıdığı imkânlar sebebiyle, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa devletlerinin tüccarları, Osmanlı ülkesinde aracı olarak gayrimüslimleri tercih etmişler ve böylece 1838’den önce ticarette ve zanaatlarda gayrimüslimlerin önünde olan Türkler, l838 Serbest Ticaret Antlaşmasından sonra üstünlüğü, imtiyazlı bir duruma gelen gayrimüslimlere kaptırmışlardır.
Tıpkı bugün olduğu gibi, o zaman da ülkeyi yönetenler ve aydınlar, Serbest Ticaretle ülkenin kalkınacağına inandırılmışlardı!
İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston’un, İstanbul’daki elçisine, “Serbest ticaret yoluyla Sultan’ın uyruklarının servet ve refahları artacak, sanayi önemli gelişme gösterecek, bunu gereken kişilere anlat” diye buyruk verdiği bilinmektedir (Doğan Avcıoğlu, “Millî Kurtuluş Tarihi”, s. 373)! Takvim-i Vakayi gazetesinde de liberalizmi öven, liberalizmle ülkenin İngiltere gibi olacağını iddia eden, aslında Batılı uzmanların kaleminden çıkmış yazılar yayınlanıyordu! Ne var ki, Osmanlı tam bir Serbest Ekonomi esasına geçerken, Fransa, Avusturya, Rusya ve Alman Gümrük Birliği (Zolleverein) çok ağır vergiler koyarak İngiliz mallarını âdeta yasaklamaktaydı! Sonuç Osmanlı’nın bir yarı sömürgeye dönüşmesidir!
Paris elçiliğinde çalışmış, Avrupa devletlerini çok iyi tanıyan ve düşüncelerine Padişah Abdülmecit’in büyük önem verdiği Selâmi Efendi’nin, İngiltere ile yapılan Ticaret Antlaşması hakkında Padişaha yaptığı şu uyarı günümüz için de bir ders niteliğindedir: “Bu antlaşmayla İngilizlere, bizde üretilen her çeşit malı çok düşük bir vergiyle satın alma hakkı tanındı. İthâl gümrüğü düşürüldü. Bu haklar daha sonraları başka devletlere de tanındı. Biz böylece, büyük ödünler vererek, iktisadî bağımsızlığımızı yitirdik ve açık pazar olduk. Göreve getirdiğiniz sadrazam ve nâzırlar da liberalizmin destekçisi oldular. Bizde sanayi gelişmemiş olduğu için bu düzen Avrupalıların yararına oldu. İleride müstemlekeye dönüşmemizden korkarım” (Hıfzı Topuz, “Abdülmecit”, s. 124)!
Ne yazık ki, Selâmi Efendi’nin bu korkusu gerçekleşecek, Osmanlı İmparatorluğu 1875’te malî iflâsını ilân edecek ve Sultan Abdülhamid 1882’de Düyûn-î Umumiye’nin (Borçlar Yönetimi) kurulmasını kabul etmek zorunda kalacaktır. Malî meselelerde oldukça bilgili olan Sultan Abdülhamid, borçlarımızın büyük bir bölümünün faizlerden müteşekkil olduğunu iyi bildiği için 1882 yılında, alacaklılarla yaptığı pazarlık sonucu 252 milyon lira olan borçlarımızın 106 milyon Osmanlı lirasına indirilmesini sağlamıştır (Prof. Sina Akşin, “Türkiye Tarihi”, Cilt III, s. 168). Sultan Abdülhamid 1902 yılında da 75 milyon lira tutarındaki borçlarımızı 32 milyon liraya indirmeyi başaracaktır (Prof. Vahdettin Engin, (“Pazarlık”, s. 136). Ne var ki, İttihat ve Terakki Partisi’nin döneminde borçlarımız yeniden 400 milyon liraya çıkacaktır!
Lozan’da biz toprak meselesinden daha çok yabancıların ekonomik imtiyazlarının kaldırılması için mücadele ettik. ABD Baş delegesi Child kapitülâsyonların kaldırılmasının, “Dünyanın toplumsal güvenliğini ve ekonomik güçlerin işbirliğini sağlamak için pek gerekli olan milletlerarası iyi niyet ve dürüstlüğün temelinde yatan ilkelere bir aykırılık” olacağını söyleyerek, “Türkiye kapitülâsyonları kaldıramaz. Türkiye’nin çıkarları da bunu gerektirmektedir. Zira Türkiye’yi ancak yabancılar kalkındırabilir” gibi tuhaf bir görüşü savunabilmiştir. ABD ancak 1932’de, kapitülâsyonların kalktığını kabul edecektir (Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi”, s. 347, 352)!
Ne yazık ki, yakın tarihimizde bütün bu yaşananlar unutularak, II. Dünya Harbi’nden sonra Serbest Ekonomi anlayışı yeniden benimsenecektir. 1959 yılında Avrupa Birliği üyeliğine müracaatımız, 1979 yılındaki 24 Ocak kararları, Avrupa Birliği ile 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Antlaşması siyasî ve iktisadî bağımsızlığımızı kağıt üzerinde bir kavrama dönüştürmüştür. Bu tehlikeli gidişe dikkat çekmeye çalışan millî şuûr sahibi aydınlar ise ‘Ne yani dünyaya mı kapanacağız, halkımız yeniden yokluklar içinde mi yüzecek?’ gibi ucuz bir demagoji ile susturulmaya çalışılmıştır.
Serbest Ticaretin ve düşük gümrük tarifelerinin kendileri için önemini çok iyi bilen Batılı ‘dostlar’, Lozan Antlaşmasına koydurdukları bir madde ile 1929 yılına kadar % 12.9 gümrük vergisi uygulamasının sürmesini sağlamışlar; bu miktar 1929 yılında % 45.7’ye yükseltilmiştir. Bu yüzden, 1923 yılında 60 milyon lira olan dış ticaret açığımız 1929 yılına gelindiğinde 101 milyon liraya yükselecek, 1930 yılında ise dört milyon lira fazla verecektir. Bu da serbest ticaretin gelişmekte olan bir ülke için nasıl bir kazık olduğunu bize göstermektedir. 12 yıllık AKP iktidarı dönemindeki cari açığımız 400 milyar doların üzerindedir!
Tarihten ders alınarak, devletimizin, millî menfaatlerimizin gereklerine göre yönetildiği yegâne dönem Atatürk dönemidir ki, hepi topu 15 yıldan ibarettir. Ne hazindir ki, ‘Atatürkçüyüm’ diyenler bile Atatürk dönemini yeterince bilmemektedirler. Hâlbuki, bugünkü derin sorunlarımızı aşabilmek o dönemi iyi anlamak ve o ruhu yeniden yakalayabilmekle mümkündür.

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678