Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

ASIL DÜŞMANIMIZ PKK DEĞİL!

Abdullah Öcalan’la, yakalanıp Türkiye’ye getirildikten sonra yapılan bir konuşmanın görüntüleri Ulusal TV’de yayınlandı. Bu görüntüler PKK yandaşlarını bir hayli öfkelendirdi çünkü bizzat örgütün başının konuşmalarından, PKK hareketinin dış güçlerin nasıl bir aşağılık kurgusu olduğu anlaşılıyordu. Öcalan özetle şunları söylüyor: “Kürtler Türkiye’de azınlık değil… Başlangıçta aslî unsur kabul edildiği için bu ayrım hiç düşünülmemiş. ‘Sen Kürtsün; bunun dışındasın’ denilmemiş! Kürt kimliğine gerek yok! Anayasada her şey var. Sonuç olarak diyorum ki, anayasal vatandaşlık önemli bir kavramdır Ben şimdi bunun anlam ve derinliğini  kavramış durumdayım! Türkmen boyları Anadolu’ya geldiklerinde bir kısmı Kürtleşmiştir. Benim aşiretim Bazuki de aslında Türkmen boylarına kadar gidiyor.  Yani Türkmen’dir!”
Şimdi sormak durumundayız; bu sözler neden o zaman yayınlanmadı?  Bu sözler yayınlansaydı ve medyada bu itirafların üzerinde tartışma sağlansaydı, kamuoyu bu gerçekle aydınlanmış olsaydı, PKK varlığını sürdürebilir miydi? Boşa konuşmuyoruz. Ankara’daki bir dostumuz yıllar önce bu konuda bize şu önemli bilgiyi vermişti: PKK hareketinin ‘Sivil’ destekçisi olduğunu bildiği, kamuoyunun da iyi tanıdığı bir kişi, Öcalan yakalandığında, kendisine aynen şu sözleri söylemiş: “Bu iş artık bitti.  Ben Diyarbakır’a dönüyorum!”
Evet! PKK yenilmişti ve sadece Abdullah Öcalan değil, aynı zamanda PKK hareketini destekleyenler de yenilgiyi kabul etmişlerdi! Hepimiz de öyle zannetmiştik! Fakat meğerse, bütün yaşananlar okyanus ötesinde yazılan senaryonun bir gereği imiş!
Kürt meselesinin, 19. yüzyıldan başlayarak emperyalist devletlerin ilgi alanı içinde olduğunu biliyoruz. İstiklâl Harbi ile Batı’nın, başta ‘Kukla Kürdistan’ olmak üzere bütün plânlarını boşa çıkarmıştık. Ne var ki, Atatürk’ten sonra, Atatürk’ün onca uyarısına rağmen, emperyalist Batı ile başlayan flörtün neticesi olarak Türkiye bütün millî reflekslerini kaybetmiş ve Batı’nın kirli oyunlarına açık bir duruma gelmiştir.
ABD daha 1965 yılında, Demirel’in önüne Birleşik Kürdistan’ı koymuştu! ABD Plânı’na göre, İranIrak ve Türkiye Kürtleri ‘Federe bir Cumhuriyet’ hâline getirilerek Türkiye’ye bağlanacaklar; Türkiye de büyüyecekti! Asker ‘bu oltayı yutmadı’ ve ‘olmaz’ dedi. Ne var ki, Türkiye ‘Oltaya Yakalanmış Balık’ olduğu için ABD bu plândan hiç vazgeçmedi. Hatırlanacağı gibi Kenan Evren de; Turgut Özal da Federasyondan bahsettiler! Ancak asker hep direndi. Direnenlerin başında gelen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ise bunun bedelini hayatı ile ödedi.
Eşref Paşa, Cumhurbaşkanı Özal’a gönderdiği üç sayfalık raporda, “ABD’nin PKK’ya yaptığı yardımı delilleri ile ortaya koymuş; Terörün bitirilmesi için İran, Irak ve Suriye ile işbirliği yapılmasının, PKK’nın malî kaynaklarının kurutulmasının ve lider kadrosunun bertaraf edilmesinin önemini vurgulamış; Kürt halkına yönelik ılımlı adımların atılması için bir devlet politikası oluşturulması gerektiği üzerinde durmuştu.
Eşref Paşa’nın dünyayı, ülkemizdeki ve bölgemizdeki gelişmeleri çok iyi okuduğu ve millî menfaatlerimiz doğrultusunda nelerin yapılması gerektiği konusunda çok net düşüncelere sahip olduğu bilinmektedir. Sovyetlerin dağılmasından sonraki yıllarda, Soğuk Harp döneminde NATO konsepti içinde, ‘Ülkemizin, ABD menfaatlerine hizmet eden politikaların bir aracı olarak kullanıldığını gören’ bazı komutanlarımızın, daha sonraki yıllarda, daha somut bir şekilde ifade ettikleri Avrasyacı düşüncelerin ABD’yi ne kadar rahatsız ettiği ve bu düşünceleri ifade edenlerin başlarına nelerin geldiği de bilinmeyen bir şey değildir (Meselâ Ergenekon ve Balyoz davaları).
İlerde Türkiye’nin ‘NATO’lu YILLARI’ ayrıntılı olarak kaleme alındığında, Türk Milleti, ABD ile ‘Dostluğun’ nelere mâl olduğunu çok daha iyi anlayacaktır. Eşref Bitlis Paşa’nın uçağı düşürülmüş olabilir mi? Bu konuda mutlaka kesin bir delilin ortaya konulması gerekmiyor. Bunun için, o günlerde ve sonraki yıllarda yaşanan gelişmelere bakmak yeterlidir. Hatırlanacağı gibi, ABD’nin 199l yılındaki Körfez Harekâtı’ndan sonra, Irak’ın Kuzeyinde 36. Enlem’in üstü, ‘uçuşa yasak bölge’ ilân edilmiş ve Saddam Kuvvetlerinin bu bölgeye girmesi yasaklanmıştı. Biz, bunu denetlemek için kurulan Çekiç Güç’e evet demekle, ABD’nin Irak’ta bir Kürt Devleti kurmasının yanında, bu bölgede PKK’nın varlığını daha güçlü bir şekilde sürdürmesine, bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmuştuk! Bu durumun, Eşref Paşa gibi, NATO konseptinin dışında, ülkemizin millî menfaatleri doğrultusunda düşünebilen komutanlarımızı rahatsız ettiği muhakkaktı. Nitekim, Irak’ın Kuzeyine 3 Ekim 1992 tarihinde, 35 bin askerin katılımıyla gerçekleştirilen ve PKK’ya en ağır darbenin vurulduğu askerî harekât da bu duyarlılığın bir sonucudur. ‘Dostumuz’ ABD’nin bu harekâtın hazırlıklarından haberdar olmaması elbette ki, mümkün değildi ve şu tesadüfe bakın ki, 1 Ekim 1992 tarihinde, yani harekâttan sadece birkaç gün önce başlayan NATO Kararlılık tatbikatının 2. gününde, Ege sularında bulunan Muavenet muhribimize, Amerikan Deniz Kuvvetlerine ait Saratoga Uçak Gemisinden üst üste, ve her biri birer milyon dolar değerinde iki adet füze atılacak; başta gemi komutanı olmak üzere 5 askerimiz şehit olacak, 20 askerimiz yaralanacak ve bu gemimiz saf dışı kalacaktır!  Bu ABD’nin çok açık ve  kaba bir  uyarısıydı! Saratoga’nın vurduğu muhribimiz Muavenet’in, Çanakkale Savaşlarında İngilizlerin OCEAN isimli zırhlısını batıran Muaveneti Milliye gemimizle aynı ismi taşıdığını belirtelim! Keza, 2001 yılında Malatya yakınlarında düşen CASA tipi bir uçağımızda 34 seçkin askerimizin şehit olduğunu da hatırlatalım! O tarihlerde Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin Amerika’ya direnmeye çalıştığını da hatırlayalım!
Evet! ABD, emperyal emelleri doğrultusunda kullandığı PKK’nın bitirilmesine müsaade etmedi! Nitekim, Emekli Büyükelçi sayın Onur Öymen  de bir mülâkatında şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra yapılması gereken PKK’nın tasfiye edilmesiydi. Bu konuda çalışmalar yapılıyordu. Ama ABD tasfiyeyi engelledi. ABD’ye ‘Sen ne yapıyorsun? denilmedi. ‘Senin yaptığın müttefikliğe sığar mı?’ diye sorulmadı. Türkiye Suriye ile anlaşıp, tüm PKK kamplarını kapattırdı ama, ABD’nin etkin olduğu Irak’ın Kuzeyindeki kamplar kapattırılamadı. Hattâ, bu kamplara ABD tarafından her türlü destek verildi (Aydınlık, 23 Şubat 2014)!
Oslo’da bizi PKK ile masaya oturtan, ‘Açılım’ sürecini ve İmralı görüşmelerini başlatan da ABD’dir. Ve yolsuzluk soruşturmaları kıskacında bunalan iktidar, iktidarını sürdürmek için, ABD’nin her dediğini yapmaya mecburdur. Nitekim Kıbrıs’ta Çözüm’ yeniden gündeme getirilmiştir. Hem de Türkiye’nin en zayıf olduğu bir dönemde!
Geçenlerde televizyonda Devrim Arabaları filmini seyrettik. 1961 yılındaki yerli otomobil yapılmasına ilişkin önemli bir filim!  Amerikalılar ve Ankara’daki işbirlikçiler ‘Ya Başarırlarsa’ endişesi içindeler! Sivas’taki atölyeyi dolaşan Amerikalı yetkili, arkadaşına şu anlamlı sözleri söyler. “Yapmaları önemli değil. Asıl Önemli Olan Yapabileceklerine İnanmalarıdır!” Bu devletin devlet gibi hareket edebilmesi için önce Amerika’dan kurtulmamız gerekiyor. Fakat önce, Amerika korkusunu yıkıp, bunu yapabileceğimize inanmamız gerekiyor. İnanınız gerisi peşten gelecektir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678