Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
blank
İsmail Şefik AYDIN

2. ABDÜLHAMİD TARTIŞMALARI ÜZERİNE (3)

Abdülhamid Türk Milliyetçilerini ezmiş!

Çok kısa bir süre yürürlükte kalacak olan Meşrûtiyet, Osmanlı aydınları için bir hüsran kaynağı olacaksa da, Osmanlı aydınlarının, belki de akıllarından hiç geçirmedikleri çok önemli bir olaya da zemin hazırlayacaktır. Meclis’te her milletin temsilcilerinin kendi dillerinde konuşmaları sebebiyle ortaya çıkan kargaşadan kurtulmak için, Sultan Abdülhamid’in talimatıyla, Anayasanın 18. maddesinde “Devletin resmî dili Türkçedir”; 19. maddesinde ise “Türkçe bilen herkes kendi yeteneklerine göre memuriyete girebilir” hükümleri yer alacaktır.
Hâlbuki, Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan Hıristiyan unsurların, milliyetçilik akımlarına kapılmalarını önleyebileceği düşüncesiyle, Mithat Paşa’nın, Osmanlı bayrağına Hilâl ve Haç konulmasını teklif ettiği bilinir (Prof. Yümni Sezen, “Dinler Arası Diyalog İhaneti”, s. 172).
 Başlangıçta İttihatçılar da, Osmanlı Devleti’nin Hıristiyanlarla birlikte yaşatılabileceğine inanmaktaydılar. Fakat Cemiyet, ancak, Türk olmayan milletlerin, kendi millî programlarından hiçbir fedakârlık yapmayacaklarını, Osmanlılığa dayanmanın bir düş olduğunu anladıktan  sonradır ki, Türk unsuruna dayanmak yolunu arayacaktır. Türk Ocağı’nın bile ancak 1912 yılında kurulduğu-nu hatırlatalım!
İmparatorluk çatırdarken, artık ‘Osmanlılıkla’, ya da ‘Tüm Müslümanların Birliği’ anlayışı ile ayakta kalınamayacağı; devletin varlığının ancak Türk’e dayanılarak sürdürülebileceği gerçeği yavaş yavaş zihinlerde yeşermektedir. Şevket Süreyya’nın belirttiğine göre, Sultan Abdülaziz döneminde 1865 yılında, “İttifak-ı Hamiyet” ismi altında şekillenmeye başlayan, daha sonra “Yeni Osmanlılar” olarak gelişen, aralarında Namık Kemal’in de bulunduğu gençler, yazılarında kendilerini “Türkistan’ın erbâb-ı Şebâbı (yiğit sahipleri) Türk Gençleri” olarak tanımlamaktaydılar (“Enver Paşa”, Cit I, s. 37).
Sayın Doğu Perincek, bir televizyon programında, Sultan Abdülhamid’in Türk Milliyetçiliğine karşı olduğunu; İttihatçıların ise milliyetçi olduklarını söylemişti! Aksine, Sultan Abdülhamid devletin Türklüğe dayanılarak yaşatılabileceğine inanmaktaydı. İttihatçılar ise Balkan Harbi faciasına kadar, Osmanlılıkla devletin yaşatılabileceğini zannetmekteydiler ve Türkçülere iyi gözle bakmıyorlardı. Zaten İttihatçıların milliyetçi olmaları mümkün değildi çünkü İttihatçılık, aralarında azınlıkların da olduğu kozmopolit bir hareketti.
Prof. Mehmet Genç’in belirttiğine göre de,  Abdülhamid döneminde, devletin bekası için öngörülen dört şarttan biri ‘Yönetimde ağırlığın Türklerde olmasıdır’ (SKY TV, 31.7.2013).
Türklüğün hatırlanması konusunda, değerli tarihçimiz Prof. Faruk Sümer de şu tespiti yapmaktadır: “XIX. Yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar, Türklerin devletin dayandığı aslî unsur olduklarının Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkûr asın ikinci yarısında Cevdet Paşa, Abdülhamid’in Sadrazamı Said Paşa ve hattâ Abdülhamid’in bu hususu anlamış oldukları söylenebilir” (“Oğuzlar”, s. 216).
Özel Kalem Müdürü Tahsin Paşa da hatıralarında, “Abdülhamid’in, Türkleri devletin aslî unsuru olarak gördüğünü, bu unsurun zayıflayıp, Hıristiyan unsurların dahilde ve hariçte gördükleri kolaylık ve yardım sebebiyle hükümette etkili olmalarından korktuğunu” belirtmektedir. Yine Tahsin Paşa, Abdülhamid’in Söğütlü Maiyet Bölüğü’nün bir pırlanta olduğunu, Karakeçili  aşiret efradından ve hepsi levent ve güzel delikanlılardan mürekkep bu bölüğün iki yüz kişilik bir mızraklı maiyet bölüğü olduğunu belirtmektedir  (Tahsin Paşa’nın Hatıraları,  s. 143, 251).
Bu bilgiyi Prof. İlber Ortaylı da doğruluyor. Ortaylı, “Yıldız Sarayı’nın kalabalık askerî kıtalarının içinde, sonraları ‘Ertuğrul Alayı’ adını alan Söğütlülerin de bulunduğunu;  bu Karakeçili Türkmenlere Padişahın ‘öz hemşerilerim’ dediğini ve bunların sarayın en gözde muhafız kıtası olduğunu” belirtiyor (“Osmanlı Barışı”, s. 82)!
Abdülhamid İslâmcı mıydı?
Öncelikle  şunu hemen belirtelim ki, Sultan Abdülhamid’in Şeriat Devleti, İslâm devleti gibi bir ideali yoktur. Onun İslâmcılığı dönemin şartlarından kaynaklanmaktadır ve amacı devletin birliğini sağlamaktır.
Solun en saygın isimlerinden biri olan Prof. Niyazi Berkes, Abdülhamid’in İslâmcılığı hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Realist bir politikacı olan Abdülhamid’in Pan-İslâmcılığı Arap şeyhlerine, mehdîlere, Mısır hidivlerine, Mısır ve Suriye Arap, Yemen ayrılıkçılık akımlarına karşı çevrilmiş bir Pan-İslâmcılıktır. Bunların dışındaki çevrelere karşı yaptığı hareketler, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki büyük İslâm dünyasında Osmanlı hilâfetinin prestijini sağlayacak eylemlerdi” (“Türkiye’de Çağdaşlaşma”, s. 356).
Abdülhamid’in bu akılcı İslâmcılığı, İslâm Dünyası üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bunun yararları İstiklâl Harbimizde de görülecek; Müslüman ülkeler maddî ve manevi olarak bizi destekleyeceklerdir.
Jön Türkler hayalperestti! Hürriyet mücadelemizin öncüleri olarak kabul edilen Genç Osmanlılar ve Jön Türkler hayalperesttiler; bir anayasa kabul edilip, Meclis açıldığı takdirde her şeyin yoluna gireceğini zannetmekteydiler! Prof. Berkes’in,  o devrin idealist aydını  Namık Kemal ile realist Ahmet Mithat  hakkında yaptığı şu değerli tahlil bize bu konuda önemli bilgiler vermektedir: “Daha önce Yeni Osmanlılara katıldığı, bu yüzden sürüldüğü hâlde, Ahmet Mithat, Abdülhamid’in tahta gelişinden sonra onların aleyhine dönerek, zamanla Abdülhamid döneminin bir savunucusu ve sözcüsü durumuna gelmişti. Fakat tutuculuğun bu resmî sözcüsü, yalnız etkili bir gazeteci olmakla kalmamış, düşünce alanında önemli gelişmelere ve yeniliklere de öncülük etmiştir (….). Namık Kemal, halk için hayatını harcadığı hâlde, halka bir şey anlatamamıştır. Özgürlük ve ilerilik savaşında, devrimciliğin anlamsızlığını en iyi simgeleştiren Ahmet Mithat, onların gerçek simgesi olmuştur. Demek ki, vaktiyle Şinasi’nin vardığı sonuç doğruydu:  siyasî bir devrim, ister II. Mahmut gibi bir padişah, ister Reşit Paşa gibi bir devlet adamı önderliği altında olsun, tepeden gelemez; halktan gelmeliydi. Bunun için de devrim projeleri kurmaktansa halkı eğitmek, aydınlatmak gerekirdi. Ahmet Mithat, siyasî devrim sorunlarını bir yana bırakarak, padişahın çobanlığı altında kuzu gibi yaşamaktan hoşlanacak halka, toplumsal ve kültürel alanlarda yeni ölçü ve değerler  aşılayacak farklı bir yol tuttu. Bir yandan, yetişmekte olan genç yazarları korurken, kendisi de yazarlık tarihinde yeni çığırlar açtı. Onun, belki en büyük sırrı, halk hikâyeciliğini, onun eğlendirirken öğreten ve düşündüren tekniğini kavramış olmasıdır. Onun dili, Namık Kemal’inki gibi şimşeklerin çakmasını, göklerin gürlemesini andırmaz; meddahların, halk tarafından zevkle dinlenen hikâyelerini andırır. Türk dilinde roman yazarlığının öncüsü ve teşvikçisi olmuştur. Bu tekniğin yardımıyla Ahmet Mithat okuyucularını rahatsız etmeden içinde yaşadıkları koşulların gülünç yanlarını, çevredeki insanlar arasındaki kuşak, sınıf, eğitim ayrılıklarını gösterir.  Geleneklere o denli bağlılık beklenen bir dönemde o, geleneklerin bazılarını eleştiren romanlarını rahatlıkla yazmış ve okutmuştur” (“Türkiye’de Çağdaşlaşma” s. 365).

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

12345678